20 Şubat 2012 Pazartesi

!f ' de Arka Bahçe'de ot , Türkiye'de LGBT Olmak Konuşulacak


11 yıldır devam eden !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin etkinlikler bölümünde “LGBT Olmak” da konuşulacak.

Uluslararası Af Örgütü’nün desteklediği söyleşide Af Örgütü’nden Murat Çekiç, İstanbul LGBTT’den Şevval Kılıç, Kaos GL’den Ömer Akpınar, Pembe Hayat’tan Kemal Ördek konuşmacı olacak.

Yapılan duyuru şu şekilde:
“Biz ne kadar herkesin renkleri görünür olsun istesek de, ilerlemelere rağmen lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin karşılaştığı ayrımcılık devam ediyor. Yapılan ayrımcılığın kanunen yasaklanması bile eşcinsel ilişkilerin yasal olarak tanımlanmasına yol açmıyor. Hatta kanunlarda yer almasına rağmen trans bireylere uygulanan ayrımcılık olabilecek en sert boyutlarda. Uluslararası Af Örgütü ve konuk katılımcılarla arka bahçede ot olmayı konuşacağız, bekleriz. “

22.Şubat.2012 (14:00 - 16:00)
SALT Beyoğlu Açık Sinema

Tabulara Dokunan Bir Çalışma

Sosyolog Pınar Selek’in yeniden basılan araştırma kitabı Maskeler Süvariler Gacılar, dışlama mekanizmalarını ifşa ediyor. Karakaşlı "Selek’in sosyoloji ile kurduğu bağ, çalışmalarındaki Etkileyiciliğin en önemli sebeplerinden," diyor.

Bazen değişmeyen şeylerle ödeşebilmek için geçmişten gelen bir sese ihtiyaç olur. Şiddetin her türünün olağanlaştığı bugünlerde, 15 yıl öncesinden gelen bir kitap işte tam da bu gaflet uykularından bizi uyandıracak o billur sesin işlevini görüyor. Sosyolog yazar Pınar Selek’in bir alt kültürün dışlanma mekânı olarak Ülker Sokağı ele aldığı Maskeler Süvariler Gacılararaştırma kitabı üçüncü baskısıyla bu kez Ayizi Yayınları’ndan bir kez daha bizlerle buluştu. Odak noktasına İstanbul’da 1996’da düzenlenen Habitat II’nin hemen öncesindeki günlerde, Cihangir’deki Ülker Sokak’ta travestilere ve transeksüellere karşı uygulanan şiddeti alan Maskeler Süvariler Gacılar,güncel bir olayı iktidarın ataerkil dışlama mekanizmalarına yönelik kapsamlı bir çerçeveye oturtarak, tartışma zeminini genişletmişti. Bir sokakta birkaç travestiye yönelik münferit bir vaka olarak kurgulanmaya çalışılan dışlama operasyonu böylelikle asıl eksenine otururken, kerelerce tekrarlanışı da bu dışlayıcı şiddetle ödeşmenin aciliyetini ortaya koyuyor. Nitekim yeni baskının önsözünde Yasemin Öz, bu tekrarların temel sebebini berrak bir saptamayla paylaşıyor: "15 yıl önce Ülker Sokak’ta gördüğümüz kâbusu, beş yıl önce Eryaman’da, iki yıl önce Şişli’de gördük, bugün Tarlabaşı’nda görüyoruz. Olayların bu derece benzer olması ironik neredeyse. Ancak bu benzerlik ironiden değil, toplumsal yaşamın ataerkil-militarist- kapitalist-heteroseksist yapısında 15 yıl içinde hiçbir kırılma olmamasından kaynaklanıyor."

13 Kişi Hayatını Kaybetmişti
Pınar Selek, her tür dışlamanın önkoşullarından olan meşruiyet zeminlerini ve dönemin siyasi- toplumsal iklimlerini sergileyerek öncelikle ataerkil iktidarın öteden beri alt kültür ve öteki olarak tanımlayıp, dışladığı topluluklarla sorunlu ilişkisini ifşa ediyor. Eşcinsellik alt kültürü istikametinde travesti ve transeksüellere, oradan da Ülker Sokağa gelen araştırma, Selek’in sokaktaki çatışmanın hemen ardından burada yaşayan travesti ve transeksüellerle birlikte geçirdiği zamana, diyalog ve ’içerden’ anlama çabalarına yaslanıyor. Araştıran-araştırılan ilişkisini ortadan kaldırma isteğiyle Pınar Selek, katılımcı gözlem ve atölye çalışması ile sözün doğrudan ana kaynağında üretildiği ve paylaşıldığı bir zeminde ilerlemiş. Tarafsız değil, nesnel ve hesap verebilir olmayı benimseyen sosyolog, bu ilk çalışmasından itibaren hep eylemle desteklenen, insana nesne değil, birey muamelesi ile yaklaşan bir bilim ahlakının da en esaslı uygulayıcılarından oldu.

Maskeler Süvariler Gacılar, yazarın dışlananları bir araya getirip, sanat aracılığıyla birlikte üretmeye ve konuşmaya başladıkları Sokak Sanatçıları Atölyesi’nin de nasıl tuzla buz edildiğini kayıtlara geçirmesi açısından okuru derinden sarsıyor. Tam da bu noktada araştırılan bir konu ve o konunun dışındakiler diye bir ayrım bulunmadığını ve dışlama mekanizmalarının her an hepimizi öğütmeye yeltenebileceğini iliğimizde hissediyoruz. Ülker Sokak’ta o dönem can güvenlikleri kalmayan ve baskılara dayanamayan travesti ve transseksüeller başka semtlere taşınmak zorunda kaldı. Daha bir yıl dolmadan içlerinden 13 kişi hayatını kaybetmişti. Pınar Selek yaşanan şiddeti, hem mekânı ’temizlemeyi’ amaçlayan dışlayan aktörler hem de burada yaşayan dışlananların gözünden anlatırken dışlananları mağduriyet kapanına sıkıştırmadan, bu deneyimden çıkan dönüşümü de yeni baskı için yazdığı önsözde özenle kayıtlara geçiriyor: "Ülker Sokağı dağıttılar. Ama hesap edemediler ki, LGBT hareketi, bu vahşet deneyimini tarihine yazdı. Sadece mağdur olmayı reddettiği, maruz kalınan vahşet üzerinden sonuçlar çıkardığı bu deneyimi, sembolik bir olay haline getirdi. Böylece Ülker Sokak, bir grup travesti ve transeksüelin yaşadığı acı olmaktan çıkarak, özgürleşme politikasının argümanlarından biri oldu." Pınar Selek’in sosyoloji ile kurduğu kişisel bağ, çalışmalarındaki samimiyetin ve etkileyiciliğin en önemli sebeplerinden biri.

Üstten ya da dışarıdan değil, kendi duruşunu yitirmeden hep tam içinden bakmayı tercih eden Selek, dışlananlarla kurduğu ilişkiyi şöyle anlatmıştı bir söyleşisinde: "Sosyolojiye başladığım andan itibaren gerçekten nasıl bir toplumda yaşıyorum, ben nasıl bir insanım, hangi kelimelerle konuşuyorum, geleceğimi nasıl kuruyorum sorularına yanıt aradığım için toplumun bilinmeyen yerlerinde biraz kendimi de aradım. Çünkü insan sadece kendi bulunduğu çevreyi değil, dışladığını da tanıyarak kendine bakmış oluyor." Tam da bu nedenle elimizdeki kitabı biz de kendimizle bağ kurarak okuyoruz. Ve Pınar Selek "Bunca yıl sonra bu kitabı yeniden paylaşmak, kasığımdaki kabuk bağlamamış yaraya elinizi dokundurmak gibi," dediğinde, gerçekten oraya dokunduğumuzu hissediyoruz. Tabulara dokunmaya herkes aynı oranda cesaret edemedi belki ama dokunanlar bize de el uzatmamız için güç verdi. Zaten Pınar Selek tam da bunun çağrısını yapıyor: "Verin elinizi. Zaman makinesinin bizi götüreceği durak çok yakın. Dün gibi." Yarınımız dünden farklı olsun istiyorsak bu çağrıya kulak verelim, birbirimize el verelim. Hemen şimdi.

Orta güneyde iyi yetişiyoruz


Hep “kenti kent yapan insanlardır” denir. Fakat ben size içimdeki Mersin’i anlatmaya çalışacağım. İnsansız halini… Çünkü üzerinde yaşayanlardan bağımsız olarak bir kokusu var Mersin’in. Kim ne yaparsa yapsın silinemeyen, yokedilemeyen bir koku, belki bir tat. Bilmem bu kentte yaşayan başkaları da benzer bir his yaşar mı? Belki de bu yüzden Mersin’e koşarak dönerim. İki yıldır yerleştiğim bu kentte en güzel yaşanan duygulardan biri de buraya geri dönmektir.

Mersin, farklı kültürlerle ve binlerce yıllık tarihle harmanlanmış küçük bir Akdeniz şehri… Burada hiçbir işi yapmak için koşturmak gerekmez. Yarın yapacağınız işi yarın sabah düşünürsünüz. Zaman bol, insanlar rahattır. Mersin’de hayat ağır çekim işler. Herkes önceden tanıyormuş gibi alışkındır birbirinin davranış biçimine. Sıra beklerken büyük kavgalar çıkmaz. Alışveriş yaparken ya da bankaya gittiğinizde tezgahtar veya veznede çalışanlarla “senli benli”dir cümleler. Dışarıdan gelen hemen anlaşılır. “Buralı değilsiniz galiba” sözü size dışarıdan gelen biri olduğunuzu hatırlatır. Bu söz Mersin’de yaşayan biri gibi davranmadığınız anlamına gelmektedir. Çünkü burada yaşamın ortak bir dili ve bazı davranış biçimleri vardır. Eğer alışmamışsanız henüz, kendinizi hemen ele verirsiniz.

Mersin’in iklimi ılımandır, yaşayanlar da gitgide öyle olmaya başlar. Sıcaklar soğur, soğuklar ısınır Mersin’de… Bir orta yol mutlaka bulunur sıkıntılar yaşandığında… “O zaman gelince düşünürüz.” cümlesi de Mersin’de en sık duyulacak sözlerden biridir.

Mersin kimsenin değildir. Mersinli olanların dahi değildir çünkü bu kente alışan herkes kendini Mersinli hissetmeye başlar. “Mersinliyim” demekten de mutluluk duyar. Aslında “Mersinliyim” demek, “Ben de Mersin’in havasını içime çektim, o beni, ben onu yaşadım” demektir. Nasıl yaşanır Mersin? Ya da Mersin bir insanı nasıl yaşar?

Bu kent farklı bir Akdeniz ruhu, görünmez bir arkadaştır… Dalgaların taşlara vurduğunda çıkardığı ses; dolunayın aydınlattığı deniz; binlerce yılın hayalini kurduran tarih; ilkbaharda mis gibi bir kokudur …

Konuk ağırlamayı, insanları bağrına basmayı sever… Toprağı bereketli, ürünü lezzetlidir. Mersin’de bir yemek yiyenler başka bir yerde aynı tadı alamazlar… O yemeğe insanların sesi, zamanın ruhu siner. Lezzeti, binlerce yıllık kültürlerin harmanı verir damaklara…

Bahar gelince parfüm kokar Mersin… Portakal çiçeklerinin kokusu insanı yürümeye zorlar ve “Hadi bak bahar geldi, çık dolaş sokaklarda” diye seslenir. Hatta öyle bir işler ki bu koku insanın burnuna, portakal-limon ağacının olmadığı yerlerde bir yerlerden bu kokunun geldiğini düşünürsünüz. Mimozalar yol kenarlarında havai fişekler gibi açılıp saçılır, insanın içine bahar coşkusunu doldurur.

Yalnızlıkların denize atıldığı yer, dalgaların yaraları sardığı şehirdir Mersin…Uçsuz bucaksız uzanan denizin kenarında, dalgaların dövdüğü taşlarda kalır keder…

Mersin, insanları kolay kolay olduğu gibi kabul etmez. Onları biraz değiştirir, yumuşatır, sabrı öğretir. Binlerce yıldır bu kente kimler gelmiş kimler gitmişse uzaktan sessizce gülümser ve “Bir zamanlar biz de bu denizde yüzdük, bu dolunayı gördük, bu güneşle uyandık, bu toprağı işledik” diye fısıldarlar….

Anlatttığım bu düşünceler, yüksek binaların; eski evlerin; denize sırtını dönen bedenlerin arasından Mersin’in bana gülümseyen yüzüdür. Belki size de gülümser, kim bilir?

Mersin kimsenin değildir. Onu talan edip de Mersinli olmakla övünenlerin hiç değildir. Mersinli olunabilir ama Mersin kimsenin olamaz. Mersin güzel bir ses, mis gibi bir koku, bereketli bir toprak, tarih dolusu bir tecrübedir. Sesini duyana, kokusunu alana, havasını hissedene ve kıymetini bilene…