20 Şubat 2012 Pazartesi

!f ' de Arka Bahçe'de ot , Türkiye'de LGBT Olmak Konuşulacak


11 yıldır devam eden !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin etkinlikler bölümünde “LGBT Olmak” da konuşulacak.

Uluslararası Af Örgütü’nün desteklediği söyleşide Af Örgütü’nden Murat Çekiç, İstanbul LGBTT’den Şevval Kılıç, Kaos GL’den Ömer Akpınar, Pembe Hayat’tan Kemal Ördek konuşmacı olacak.

Yapılan duyuru şu şekilde:
“Biz ne kadar herkesin renkleri görünür olsun istesek de, ilerlemelere rağmen lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin karşılaştığı ayrımcılık devam ediyor. Yapılan ayrımcılığın kanunen yasaklanması bile eşcinsel ilişkilerin yasal olarak tanımlanmasına yol açmıyor. Hatta kanunlarda yer almasına rağmen trans bireylere uygulanan ayrımcılık olabilecek en sert boyutlarda. Uluslararası Af Örgütü ve konuk katılımcılarla arka bahçede ot olmayı konuşacağız, bekleriz. “

22.Şubat.2012 (14:00 - 16:00)
SALT Beyoğlu Açık Sinema

Tabulara Dokunan Bir Çalışma

Sosyolog Pınar Selek’in yeniden basılan araştırma kitabı Maskeler Süvariler Gacılar, dışlama mekanizmalarını ifşa ediyor. Karakaşlı "Selek’in sosyoloji ile kurduğu bağ, çalışmalarındaki Etkileyiciliğin en önemli sebeplerinden," diyor.

Bazen değişmeyen şeylerle ödeşebilmek için geçmişten gelen bir sese ihtiyaç olur. Şiddetin her türünün olağanlaştığı bugünlerde, 15 yıl öncesinden gelen bir kitap işte tam da bu gaflet uykularından bizi uyandıracak o billur sesin işlevini görüyor. Sosyolog yazar Pınar Selek’in bir alt kültürün dışlanma mekânı olarak Ülker Sokağı ele aldığı Maskeler Süvariler Gacılararaştırma kitabı üçüncü baskısıyla bu kez Ayizi Yayınları’ndan bir kez daha bizlerle buluştu. Odak noktasına İstanbul’da 1996’da düzenlenen Habitat II’nin hemen öncesindeki günlerde, Cihangir’deki Ülker Sokak’ta travestilere ve transeksüellere karşı uygulanan şiddeti alan Maskeler Süvariler Gacılar,güncel bir olayı iktidarın ataerkil dışlama mekanizmalarına yönelik kapsamlı bir çerçeveye oturtarak, tartışma zeminini genişletmişti. Bir sokakta birkaç travestiye yönelik münferit bir vaka olarak kurgulanmaya çalışılan dışlama operasyonu böylelikle asıl eksenine otururken, kerelerce tekrarlanışı da bu dışlayıcı şiddetle ödeşmenin aciliyetini ortaya koyuyor. Nitekim yeni baskının önsözünde Yasemin Öz, bu tekrarların temel sebebini berrak bir saptamayla paylaşıyor: "15 yıl önce Ülker Sokak’ta gördüğümüz kâbusu, beş yıl önce Eryaman’da, iki yıl önce Şişli’de gördük, bugün Tarlabaşı’nda görüyoruz. Olayların bu derece benzer olması ironik neredeyse. Ancak bu benzerlik ironiden değil, toplumsal yaşamın ataerkil-militarist- kapitalist-heteroseksist yapısında 15 yıl içinde hiçbir kırılma olmamasından kaynaklanıyor."

13 Kişi Hayatını Kaybetmişti
Pınar Selek, her tür dışlamanın önkoşullarından olan meşruiyet zeminlerini ve dönemin siyasi- toplumsal iklimlerini sergileyerek öncelikle ataerkil iktidarın öteden beri alt kültür ve öteki olarak tanımlayıp, dışladığı topluluklarla sorunlu ilişkisini ifşa ediyor. Eşcinsellik alt kültürü istikametinde travesti ve transeksüellere, oradan da Ülker Sokağa gelen araştırma, Selek’in sokaktaki çatışmanın hemen ardından burada yaşayan travesti ve transeksüellerle birlikte geçirdiği zamana, diyalog ve ’içerden’ anlama çabalarına yaslanıyor. Araştıran-araştırılan ilişkisini ortadan kaldırma isteğiyle Pınar Selek, katılımcı gözlem ve atölye çalışması ile sözün doğrudan ana kaynağında üretildiği ve paylaşıldığı bir zeminde ilerlemiş. Tarafsız değil, nesnel ve hesap verebilir olmayı benimseyen sosyolog, bu ilk çalışmasından itibaren hep eylemle desteklenen, insana nesne değil, birey muamelesi ile yaklaşan bir bilim ahlakının da en esaslı uygulayıcılarından oldu.

Maskeler Süvariler Gacılar, yazarın dışlananları bir araya getirip, sanat aracılığıyla birlikte üretmeye ve konuşmaya başladıkları Sokak Sanatçıları Atölyesi’nin de nasıl tuzla buz edildiğini kayıtlara geçirmesi açısından okuru derinden sarsıyor. Tam da bu noktada araştırılan bir konu ve o konunun dışındakiler diye bir ayrım bulunmadığını ve dışlama mekanizmalarının her an hepimizi öğütmeye yeltenebileceğini iliğimizde hissediyoruz. Ülker Sokak’ta o dönem can güvenlikleri kalmayan ve baskılara dayanamayan travesti ve transseksüeller başka semtlere taşınmak zorunda kaldı. Daha bir yıl dolmadan içlerinden 13 kişi hayatını kaybetmişti. Pınar Selek yaşanan şiddeti, hem mekânı ’temizlemeyi’ amaçlayan dışlayan aktörler hem de burada yaşayan dışlananların gözünden anlatırken dışlananları mağduriyet kapanına sıkıştırmadan, bu deneyimden çıkan dönüşümü de yeni baskı için yazdığı önsözde özenle kayıtlara geçiriyor: "Ülker Sokağı dağıttılar. Ama hesap edemediler ki, LGBT hareketi, bu vahşet deneyimini tarihine yazdı. Sadece mağdur olmayı reddettiği, maruz kalınan vahşet üzerinden sonuçlar çıkardığı bu deneyimi, sembolik bir olay haline getirdi. Böylece Ülker Sokak, bir grup travesti ve transeksüelin yaşadığı acı olmaktan çıkarak, özgürleşme politikasının argümanlarından biri oldu." Pınar Selek’in sosyoloji ile kurduğu kişisel bağ, çalışmalarındaki samimiyetin ve etkileyiciliğin en önemli sebeplerinden biri.

Üstten ya da dışarıdan değil, kendi duruşunu yitirmeden hep tam içinden bakmayı tercih eden Selek, dışlananlarla kurduğu ilişkiyi şöyle anlatmıştı bir söyleşisinde: "Sosyolojiye başladığım andan itibaren gerçekten nasıl bir toplumda yaşıyorum, ben nasıl bir insanım, hangi kelimelerle konuşuyorum, geleceğimi nasıl kuruyorum sorularına yanıt aradığım için toplumun bilinmeyen yerlerinde biraz kendimi de aradım. Çünkü insan sadece kendi bulunduğu çevreyi değil, dışladığını da tanıyarak kendine bakmış oluyor." Tam da bu nedenle elimizdeki kitabı biz de kendimizle bağ kurarak okuyoruz. Ve Pınar Selek "Bunca yıl sonra bu kitabı yeniden paylaşmak, kasığımdaki kabuk bağlamamış yaraya elinizi dokundurmak gibi," dediğinde, gerçekten oraya dokunduğumuzu hissediyoruz. Tabulara dokunmaya herkes aynı oranda cesaret edemedi belki ama dokunanlar bize de el uzatmamız için güç verdi. Zaten Pınar Selek tam da bunun çağrısını yapıyor: "Verin elinizi. Zaman makinesinin bizi götüreceği durak çok yakın. Dün gibi." Yarınımız dünden farklı olsun istiyorsak bu çağrıya kulak verelim, birbirimize el verelim. Hemen şimdi.

Orta güneyde iyi yetişiyoruz


Hep “kenti kent yapan insanlardır” denir. Fakat ben size içimdeki Mersin’i anlatmaya çalışacağım. İnsansız halini… Çünkü üzerinde yaşayanlardan bağımsız olarak bir kokusu var Mersin’in. Kim ne yaparsa yapsın silinemeyen, yokedilemeyen bir koku, belki bir tat. Bilmem bu kentte yaşayan başkaları da benzer bir his yaşar mı? Belki de bu yüzden Mersin’e koşarak dönerim. İki yıldır yerleştiğim bu kentte en güzel yaşanan duygulardan biri de buraya geri dönmektir.

Mersin, farklı kültürlerle ve binlerce yıllık tarihle harmanlanmış küçük bir Akdeniz şehri… Burada hiçbir işi yapmak için koşturmak gerekmez. Yarın yapacağınız işi yarın sabah düşünürsünüz. Zaman bol, insanlar rahattır. Mersin’de hayat ağır çekim işler. Herkes önceden tanıyormuş gibi alışkındır birbirinin davranış biçimine. Sıra beklerken büyük kavgalar çıkmaz. Alışveriş yaparken ya da bankaya gittiğinizde tezgahtar veya veznede çalışanlarla “senli benli”dir cümleler. Dışarıdan gelen hemen anlaşılır. “Buralı değilsiniz galiba” sözü size dışarıdan gelen biri olduğunuzu hatırlatır. Bu söz Mersin’de yaşayan biri gibi davranmadığınız anlamına gelmektedir. Çünkü burada yaşamın ortak bir dili ve bazı davranış biçimleri vardır. Eğer alışmamışsanız henüz, kendinizi hemen ele verirsiniz.

Mersin’in iklimi ılımandır, yaşayanlar da gitgide öyle olmaya başlar. Sıcaklar soğur, soğuklar ısınır Mersin’de… Bir orta yol mutlaka bulunur sıkıntılar yaşandığında… “O zaman gelince düşünürüz.” cümlesi de Mersin’de en sık duyulacak sözlerden biridir.

Mersin kimsenin değildir. Mersinli olanların dahi değildir çünkü bu kente alışan herkes kendini Mersinli hissetmeye başlar. “Mersinliyim” demekten de mutluluk duyar. Aslında “Mersinliyim” demek, “Ben de Mersin’in havasını içime çektim, o beni, ben onu yaşadım” demektir. Nasıl yaşanır Mersin? Ya da Mersin bir insanı nasıl yaşar?

Bu kent farklı bir Akdeniz ruhu, görünmez bir arkadaştır… Dalgaların taşlara vurduğunda çıkardığı ses; dolunayın aydınlattığı deniz; binlerce yılın hayalini kurduran tarih; ilkbaharda mis gibi bir kokudur …

Konuk ağırlamayı, insanları bağrına basmayı sever… Toprağı bereketli, ürünü lezzetlidir. Mersin’de bir yemek yiyenler başka bir yerde aynı tadı alamazlar… O yemeğe insanların sesi, zamanın ruhu siner. Lezzeti, binlerce yıllık kültürlerin harmanı verir damaklara…

Bahar gelince parfüm kokar Mersin… Portakal çiçeklerinin kokusu insanı yürümeye zorlar ve “Hadi bak bahar geldi, çık dolaş sokaklarda” diye seslenir. Hatta öyle bir işler ki bu koku insanın burnuna, portakal-limon ağacının olmadığı yerlerde bir yerlerden bu kokunun geldiğini düşünürsünüz. Mimozalar yol kenarlarında havai fişekler gibi açılıp saçılır, insanın içine bahar coşkusunu doldurur.

Yalnızlıkların denize atıldığı yer, dalgaların yaraları sardığı şehirdir Mersin…Uçsuz bucaksız uzanan denizin kenarında, dalgaların dövdüğü taşlarda kalır keder…

Mersin, insanları kolay kolay olduğu gibi kabul etmez. Onları biraz değiştirir, yumuşatır, sabrı öğretir. Binlerce yıldır bu kente kimler gelmiş kimler gitmişse uzaktan sessizce gülümser ve “Bir zamanlar biz de bu denizde yüzdük, bu dolunayı gördük, bu güneşle uyandık, bu toprağı işledik” diye fısıldarlar….

Anlatttığım bu düşünceler, yüksek binaların; eski evlerin; denize sırtını dönen bedenlerin arasından Mersin’in bana gülümseyen yüzüdür. Belki size de gülümser, kim bilir?

Mersin kimsenin değildir. Onu talan edip de Mersinli olmakla övünenlerin hiç değildir. Mersinli olunabilir ama Mersin kimsenin olamaz. Mersin güzel bir ses, mis gibi bir koku, bereketli bir toprak, tarih dolusu bir tecrübedir. Sesini duyana, kokusunu alana, havasını hissedene ve kıymetini bilene…

28 Ocak 2012 Cumartesi

Türkiye'nin ironik şekilde eşcinselliğe bakış açısı son yıllarda vicdan muhasebesine dönüşmüş vaziyette nitekim edebiyat dünyası sinama dünyası yükselen değer olan eşcinsel yaşam tarzını daha da irdelemek te yıllar boyunca bastırılmış ve gizlenmiş bu yaşam tarzını yükselmekte olan bir trendmişcesine pazarlamakta.

Bu trendi başlantan insanların başında bana göre '' Lola und Bilidikid '' ile Kutluğ Ataman geliyor.

Filmde Almanya'da yaşayan bir ailenin eşcinsel çocuklarını kontrol altına alma çabaları ve bu uğurda yitirdikleri aile değerleri konu alıyor işte bu noktada filmin homofobik bir havada '' kötü sonla '' bitiyor olması ayrı bir sorun.

Bir diğer kulvarda edebiyatta ise Pinhan ile Elif Şafak daha tasavvufi etkilerde bir roman ortaya çıkarmış ancak iki başlılık olarak nitelediği eşcinselliği romanında sihirli bir şekilde ortadan kaldırarak Karafil Yorgaki ile yaşamaları gereken aşkın önünde bir engel kalmadığı yönünde bir izlenim uyandırmaya çalışmış ki bu noktada ironik birhata yapmıştı...

Perihan Mağden ise geçtiğimiz yıllarda gerçek temellere dayandırdığı kısa bir deneme sayılabilecek acımasız romanında Ali , ile Ramazan isminde iki gencin hayatta kalma çabalarını bize anlatıyor , ancak aşklarını ayakta tutma pahasına ölümle sürekli dans etmekten çekinmeyen bu iki gencin öyküsünde sonun bu kadar çabuk ve hazin oluşu ayrı bir sorun nitekim ibreti alem tarzı bir söylem ile pek tabii şu özcevap çıkarılabilir

''Eşcinsel olursanız ya düşersiniz ya da öldürürlür yine düşersiniz olmadımı ya da birisi sizi aşağıya atar siz yine düşer ölürsünüz ''

Sormadan edemiyorum ama eşcinseller neden sanat dünyasında düşmeye eğilimli bir tür olarak imajlandırılmış işte onu aklım almıyor . Ya denge sorunumuz var ya da düşürmek istenilen aslında biz değil bastırılmış homofobilerini tatmin etmek etmek isteyen heteroseksist yazarlarca bizim cinselliğimiz...

Sorunun yanıtını bir bilsem...

Gizli Anlar ve Biz...



Geride bıraktığımız yıl sanki homofobiye olan vicdan muhasebesi gibiydi aydın kesim olarak anlandırdığımız insanların ardı ardına yayınladıkları eşcinsel temalı filmler , kitaplar ve sosyal etkiliklere olan katılım , bunu destekler nitelikteydi işte bu noktada son kitabı olan ''GİZLİ ANLARIN YOLCUSU'' ile Ayşe Kulin çıkıyor karşımıza. Heteroseksist romanları ile tanınan ve eşcinsel ile ilgili ilk denemesi olduğunu belirten Kulin sözlerine şöyle devam ediyor ;

''Gizli Anların Yolcusu'' adlı kitabıyla eşcinsel bir ilişkiyi konu edinen Ayşe Kulin, Radikal'den Mehmet Uğur Yüksel'in ''Yükselen bir değer olan eşcinsellikten pay çıkarmaya çalışan bir yazarın nafile çabası. Kulin'in homofobisi tavan yapıyor" şeklindeki sert eleştirilerine cevap verdi. Kulin, ''Gazeteyi elime aldım, fotoğrafımı gördüm, dedim ki 'Kötü bir yazı geliyor'... Ben bir homofobik olmuşum. Bir kere öyle olsam bu kitabı neden yazayım! Kitabı beğenmedin, anladım, kitabı eleştir. Peki benim şahsıma neden böyle kötülük ediyorsun?'' dedi.

Melis D. Çalapkulu'nun Sabah gazetesinde yayımlanan (27 kasım 2011) röportajı şöyle:
Ayşe Kulin: Türkler yazarlarını sevmiyor

Ayşe Ayşe Kulin, son romanı ve romanla ilgili söyleşileri konusunda sıkıntılı. "Bir kitabın içinden cümleler çıkarıp yazarı yargılamak bana çok aptalca geliyor," diyor.
Gizli Anların Yolcusu, Ayşe Kulin'in son kitabı. Türkiye'nin en çok satan ve sevilen yazarlarından Kulin, bu kitaptan ve Ayşe Arman'a verdiği röportajdan sonra herhalde daha önce hiç görmediği bir eleştiri yağmuruna tutuldu. Bazı eşcinseller kitabı sevdi, bir başka kesim ise onu 'ayrımcılık'la suçladı. Kulin'den bu eleştirilere yanıtlarını aldık. Ayrıca dört oğlu ve sekiz torunu olan 70 yaşındaki yazarla ailesi hakkında konuştuk.

Ben kitap eklerinde çıkan, edebi eleştirilerin hepsine açığım. Ve ben edebi olarak bu kitabımla artı puan aldığımı düşünüyorum. Ama magazin sayfalarında yazanların şöyle bir açmazı var: Onlar, yazılarını ilginç yapabilmek için bir şeyi beğenmemek ve 'çakmak' zorundalar. Bana da çakmaya başladılar. Ama sonuçta, sizin hiç olmadığınız, bambaşka bir karakter çıkıyor ortaya. Radikal'de bir yazı çıktı mesela. Gazeteyi elime aldım, fotoğrafımı gördüm, dedim ki 'Kötü bir yazı geliyor.' Okudum, gerçekten öyleydi. Öyle bir fotoğraf seçmişler ki, en tepeden bakan, beni kibirli gösteren bir kare.

Benimle ilgili çıkan bütün o yazıları okuyunca, güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Benimle alakası olmayan bir insan yaratmışlar. Ben bir homofobik olmuşum. Bir kere öyle olsam bu kitabı neden yazayım! Kitabı beğenmedin, anladım, kitabı eleştir. Peki benim şahsıma neden böyle kötülük ediyorsun?

Hoşgörü lafına takılmışlar. Bir telefonda, 20 dakika içinde bir konuşma yapmaya çalışıyorsun, bir şeyler söylüyorsun... Çok aceleye geldi Ayşe Arman röportajı. Ben eşcinsellere hoşgörüyle filan bakmıyorum. Normal hayatın içinde kendim gibi insanlar olarak kabul ediyorum. Ama bir şey sana sorulduğu zaman alelacele bir cevap vermek zorunda kalıyorsun. Bu cümle için bana kızacaklarsa buyursunlar kızsınlar.

O röportajda 'İnsanın ayağı kayabilir' derken, insanın karısını veya kocasını aldatmak üzere ayağı kayar demek istedim. Eşcinselliğe ayağı kayar demek istemedim.

Bir kere bu bir roman yahu. Kurgu. Bir kadın masanın başına oturmuş ve bir hikaye yazmış. Bu kitabın içinden cümleler çıkarıp o kadını yargılamak kadar aptalca bir şey düşünemiyorum ben. Çünkü bir kitabın içinde herkes berbat, rezil olabilir ya da herkes melek olabilir. Ayrıca benim kahramanlarım kötü de değil. Ama ben zaten bu kitabı insanlar eşcinselleri sevsin ya da nefret etsin diye yazmadım. 'Nasıl eşcinsel olunur?'u anlamak için de yazmadım.

Ben kitabı, bu konu daha önce çok az romana konu olduğu için yazdım. Sayıları çok, kendilerine ait romanlar yok. İnsanlar fevkalade ikiyüzlü ayrıca. Eşcinsel yazarlar da yazabilir. Murat Somer yazıyor mesela. Bir o yazıyor ama. Bir tane Perihan (Mağden) yazdı. Birkaç tane daha var başka da yok. Benim misyonum burada 'Eşcinseller fevkaladedir' demek değil ki. Ha, harika insanlar olduklarını ben biliyorum, o ayrı. Benim arkadaşlarımın çoğu sanatçı bir kere. Ve sanatlarının en iyisini yapıyorlar. Son derece duyarlı ve duygusal insanlar. Ama başka bir grubun da çok alıngan olduğunu öğrendim.

Ben şunu gördüm: Türkiye'de insanlar yazarlarını sevmiyor. Sadece beni değil. Bütün yazarlara bunu yaptıklarını görüyorum. Bir yazarı kitaplarıyla eleştirirsin. Sevmiyorsan da okumazsın. Ama hayır, şahsınla uğraşıyorlar. Yahu insanlar 15 yıldır tanıdığı, kitaplarını okuduğu ve ne olduğunu aşağı yukarı bildiği bir insanı, bir röportajdan iki üç cümle çıkararak bu kadar mı başkalaştırabilir?

Doğum kontrol yöntemi meselesiyle ilgili ise söylediğimin arkasındayım. Diğerleri hep yanlış anlaşılmış ama bunu bilerek söyledim. Ben orada şunu söylüyorum: Dünyanın mahsulleri bizi doyurmaya yetmiyor. Yani nüfus fazla. Bir tarafta 20 tane çocuk dizmiş aç bil aç, 'asker bunlar asker' diyen insanlar var. Ben eşcinsellerin, birlikte yaşamaya başladıkları zaman çocuk yapamamalarını çok büyük bir artı olarak görüyorum. Hali vakti yerinde olanlar da evlat edinmek istiyor. Bu büyük bir artı bence.


Dört çocuk, sekiz torun

- Dört çocuğunuz, sekiz torununuz var. Geniş bir aile ama çoğu yurtdışında yaşıyor sanırım.
- Benim çocuklarım iki ayrı babadan doğdular ama hepbirlikte büyüdüler, benim Yeniköy'deki evimde yaşadılar hepberaber. Birbirlerine çok sıkı bağlarla bağlılar. Hatta ikinci eşimin, İngiliz eşinden doğan oğlunu bile (Cem Kemahlı) onlar kardeş kabul eder. Biz dünyanın ayrı yerlerinde yaşıyoruz ama her yaz, Urla'daki salaş çiftlik evinde buluşuruz. Orası hepsini birleştiren bir ocak gibi.
- Torunlar...
- Onlar da büyüdü artık. Küçükken daha sana ait oluyor torunlar, büyüdükçe kendi hayatları oluyor. Biri üniversiteye gidiyor, öteki bitirmek üzere mesela. Erkek arkadaşlar giriyor işin içine ve büyükannelere ayrılacak zaman azalıyor. Tavsiyem, çocuklar ergenlik çağına gelmeden mümkün olduğunca görsünler, sonra vakit kalmıyor büyükannelere. Kaderine razı olmak zorunda kalıyorsun. Ben de öyle yaptım. Onun için şu an küçükleri çok sık görüyorum.
- Bu açıdan çok çocuk yapmış olmak da avantaj herhalde...
- Öyle ama büyütürken zor tabii. Her şeylerine yetişmek istiyorsun çünkü.
- Maddi olarak da hep sizin üzerinizde miydi her şey?
- Onlar üniversiteyi bitirdikleri günden itibaren çalıştı hep. Hatta üçü üniversitedeyken de çalıştı. Hep harçlıklarını çıkardılar.
- Şimdi ne iş yapıyorlar?
- Bir numaralı oğlan Mete, İsviçre'de. Onun kendi finans şirketi var. İki numaralı oğlan Ali, Singapur'da. Koç'un müdürlerinden biri. Üç numara Kerim, Nurol Holding'in finans direktörü. En küçüğü Selim'in de bir yapım şirketi var. Redbull'un dünya reklamlarını ve Formula 1'in deniz yarışlarını çekiyor.
- Rallici aynı zamanda değil mi?
- Artık ralliye pek vakti yok, yaşı da müsait değil. Artık otursun çoluğunun çocuğunun başında. Bu da mesaj olsun ona buradan.
- Siz bu arada hep çok aktif olmak durumunda kaldınız herhalde. Bir yandan dört çocuk büyüt, bir yandan çalış...
- Tabii. Ben sizin sektörde de çalıştım, halkla ilişkiler de yaptım, kamera arkasında da uzun yıllar harcadım, senaryo da yazdım... Resim Heykel Müzeleri Derneği'nde 10 seneyi aşkın yönetim kurulunda çalıştım. O da beni çağdaş sanatın içine attı. Kamera arkasında çalışmaktan dolayı da ufkum çok genişledi. Onun benim yazı stilimi de etkilediğini düşünüyorum. Çünkü vizörden bakar gibi bir sahne canlandırıyorum gözümde ve onu yazıyorum. Yani 78 yılından itibaren hiç durmadan çalışıyorum. Allah'a şükür, Adı:Aylin isimli kitabımı yazdığımdan beri, artık sadece yazıyla uğraşıyorum.
- Sadece yazarlıktan para kazanmak da Türkiye'de kolay bir şey değil.
- Değil. 10 kişi filanız. İyi satman gerekiyor onunla yaşayabilmek için. Ve sık üretmen lazım.
- Siz de gayet hızlısınız gördüğümüz kadarıyla.
- Ben her işimi hızlı yaparım. Görüyorsun çoluk çocuk, torun, hepsi arka arkaya (gülüyor). Benim iç tempom çok hızlıdır. Bir de tabii teknoloji bana çok yardımcı oluyor. Bu bilgisayarlar çıkmasaydı, ben böyle her sene roman filan üretemezdim. Elle yazanlar üretemiyor nitekim. Onun için teknoloji bana çok yardımcı oldu son yıllarda. Çünkü ben seneler kaybettim, kendime bir yayıncı edinene kadar. Bir yandan da fazla zamanım kalmadı. Yaşım belli. Bir 10 sene daha aklım başımda ne yazabileceksem yazacağım, ondan sonra bitecek. Ve yazdıklarımın birikimiyle geçineceğim. Çünkü uzun yaşıyor bizim aile. Bir birikimim olsun ki çocuklarıma yük olmayayım istiyorum.