15 Nisan 2010 Perşembe
14 Nisan 2010 Çarşamba
Lenin

Vladimir İlyiç Ulyanov, bilinen adıyla Lenin (Rusça: Владимир Ильич Ульянов "Ленин"), (d. 22 Nisan 1870, Simbirsk - ö. 21 Ocak 1924, Moskova), Rus sosyalist politikacı, Ekim Devrimi'nin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin (SBKP) ilk genel sekreteridir.[1]
Lenin aynı zamanda Marksist teorik ve felsefi yazıların yazarı olarak bilimsel sosyalizmin de kurucularındandır. Lenin'in en büyük amacı proleter bir Dünya devrimi oluşturup sınıf ayrımlarının olmadığı bir topluluk yaratmaktı (Komünizm).[2]
Kendisi, Marksizm üzerine kurulmuş politik ve ekonomik bir teori olan Leninizm'in de kurucusudur. Leninizm, Marksizmin çağın gereklerine göre hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanması olarak anlaşılır. Leninizm kavramı, yeni olgular ve yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda Marksizmin yeniden üretilmesi gereği üzerinden değerlendirilir ve Marksizmin devrimci ve bilimsel özüne uygun olarak geliştirilmesi olarak anlaşılır.[3]
Bir Devrin Battığı Yerdi o ekim 1917 gecesi ...
Lenin Samara’da birkaç yıl çalıştıktan sonra 1893 yılında St. Petersburg’a yerleşti. Kariyer yapmak yerine devrimci propaganda ile uğraşmayı tercih etti ve Marksizm üzerine çalıştı. 7 Aralık 1895'te tutuklandı. 14 ay tutulduktan sonra Sibirya’daki Shushenskoye köyüne sürgüne gönderildi.
Temmuz 1898’de bir sosyalist eylemci olan Nadejda Krupskaya ile evlendi. Nisan 1899'da Razvitiye kapitalizma v Rossi (Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi - Geniş-Çaplı Sanayi İçin Bir İçpazarın Oluşma Süreci)[9] yayımlandı.
1900 yılında cezasının sona ermesinin ardından Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde çalıştı. Zürih, Cenevre, Münih, Prag, Viyana, Manchester ve Londra’da bulundu. Sürgünde iken, sonraları önde gelen rakiplerinden olacak olan Julius Martov ile Iskra gazetesini kurdu. Devrimci hareket üzerine çeşitli makaleler ve kitaplar yazdı. Bu dönemde çeşitli mahlaslar kullandıktan sonra sonunda Lenin mahlasını kullanmaya karar verdi.
Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nde (RSDİP; Rusça: РСДРП ) etkin görev aldı. 1903 yılında yazdığı Çto delat?[10][11] kitapçığının kısmen etkilemesiyle ortaya çıkan parti içi bölünmede Menşeviklere karşı Bolşeviklere önderlik etti. Bu kitapçığın devrim öncesi Rusya’sında en etkili kitapçıklardan biri olduğu söylenir. 1906 yılında RSDİP’nin başkanlığına seçildi ve güvenlik nedeniyle 1907 yılında Finlandiya’ya geçti.
Avrupa'daki seyahatlerine devam ederek 1912’de Prag Parti Konferansı ve 1915’de Zimmerwald Konferansı gibi birçok sosyalist toplantıya ve etkinliğe katıldı. Lenin Zimmerwald Solu'nun en önemli lideriydi. Inessa Armand Rusya’yı terkedip Paris'e yerleştikten sonra sürgünde yaşayan Lenin ve diğer Bolşevikler'le karşılaştı. Armand'ın bu dönemde Lenin'in sevgilisi olduğuna inanılır.[12][13] Lenin daha sonra İsviçre’ye geçti.
1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında, o zamanlar kendilerini Marksist diye tanımlayan Avrupa'nın Sosyal Demokrat partileri kendi ülkelerinin savaş için harcadığı çabayı destekledi. Lenin, Alman Sosyal Demokratları'nın savaşı desteklediğine ilk başlarda inanmamıştı, bu olaylar neticesinde savaşı destekleyen partilerden oluşan İkinci Enternasyonal’den ayrıldı. Lenin “emperyalist savaş” olarak nitelediği bu durumun sınıflar arası savaşa dönmesi gerektiğini savunuyordu.
8 Kasım’da Lenin, Rus Sovyet Kongresi tarafından "Halk Komiserleri Konsey Başkanı" (hükümet başkanı) seçildi.
"Komünizm Sovyet iktidarı ile tüm ülkeye elektriğin ulaştırılmasıdır" [21] diyen Lenin, Rusya’nın her yerine elektrik götürülmesinin ve tarım ile sanayinin modernize edilmesinin önemini vurgulamıştır. "Sanayinin modern ve ileri teknoloji üzerinde örgütlenmesinin ve kent ile kırsal arasında bağlantı sağlayacak olan elektriğin yaygınlaştırılmasının kent ile kırsal arasındaki ayrımı ortadan kaldıracağını, kırsaldaki kültür düzeyini yükseltmeye olanak sağlayacağını ve ülkenin en ücra köşelerinde bile geri kalmışlığı, cehaleti, yoksulluğu, hastalığı ve barbarlığı yok edeceğini köylülere göstermeliyiz." [22] Herkes için ücretsiz evrensel bir sağlık sistemi kurmak, kadınlara haklarını iade etmek ve okur yazar olmayan Rus halkına okuma yazma öğretmek konularında çok hevesliydi.[23] Ama Bolşevik hükümetinin öncelikli eylemi Rusya’yı I. Dünya Savaşı’ndan çekip kurtarmaktı.
Brest Litovsk Antlaşması [değiştir]
Ana madde: Brest Litovsk Barış Antlaşması
Almanların doğuya doğru sürekli ilerlemeleri tehdidiyle karşı karşıya kalan Lenin, Rusya’nın acilen bir barış antlaşması imzalaması gerekliliğini tartışmaya açtı. Buharin gibi diğer Bolşevik liderleri, savaşa devam etmenin Almanya’da devrim çıkartmanın bir yolu olduğunu savunuyorlardı. Uzlaşmaları yöneten Troçki her iki tarafın da toprak kazançlarını iade etmesi şartıyla bir barış antlaşması yapılmasını içeren orta yolu savunuyordu. Barış görüşmeleri başarısız olunca Almanlar ilerlemeye devam etti ve Rusya’nın batı topraklarının büyük bölümü işgal edildi. Bu durum karşısında Lenin’in savunduğu tez, Bolşevik liderlerinin çoğunluğunun desteğini kazandı. 3 Mart 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalayan Lenin, Rusya’yı I. Dünya Savaşı’ndan çıkardı. Bu antlaşma sonucunda Rusya, Almanya'ya ve Osmanlı İmparatorluğu'na önemli toprakları geri vermek zorunda kaldı.
Bolşevikler Meclis seçimlerini kaybettikten sonra 19 Ocak’ta yapılan ilk oturumu Kızıl Muhafızları kullanarak kapattılar ve Sovyetlerin desteğinden dayanak aldılar. Bu tarihten itibaren, görüşleri Lenin'e ve Bolşeviklere uymayan parti ve gruplar düzenli olarak siyasal hayattan çıkarıldı ve süreklilik arzeden iç savaşlar bahane edilerek Sovyet Kongreleri tekrar tekrar dağıtıldı.
Bolşevikler, Sosyalist Devrimci Parti'nin sol kanadıyla birlikte bir koalisyon hükümeti kurdu. Ancak sosyalist devrimcilerin Brest-Litovsk antlaşmasına karşı çıkıp muhalif partilerle birleşerek Bolşevik hükümetini devirmeye çalışmasıyla bu koalisyon bozuldu. Lenin bu çabalara karşı muhalif partilerin bazı üyelerinin hapsedilmesini de içeren toptan bir karşı çıkmayla cevap vermiştir.
1918’in başından itibaren Lenin, işçilerin kendi kendilerini yönetmeleri kavramına zıt ama uzmanlık ve verimlilik sağlayabilmek adına her kuruluşun başına tek bir kişinin geçmesi ve demokratik kurallara göre kuruluşu yönetmesi gerekliliği konusunda kampanya yaptı. S. A. Smith’in yazdığına göre: "İç savaşın sonuna doğru 1917’deki fabrika komitelerince tanıtılan sanayi idaresinin demokratik idare tarzından eser kalmamıştı, ancak hükümet bunun bir önemi olmadığını çünkü sanayinin artık işçi devletinin kontrolüne geçtiğini savunuyordu."
Ve Komünizm
Lenin, emperyalizmi çok sert eleştiriyordu ve 1917 yılında kapitalist emperyalist güçlerin kontrolü altındaki ulusların koşulsuz olarak kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu deklare etmişti. Ancak bu ilkenin uygulanmasında ve istediği koşullarda bir birliğin yaratılmasında başarı sağlayamamıştır.
1920-1921 yıllarında, altı ulusal cumhuriyet Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Fedarasyonu arasındaki ilişkiler açık biçimde tamamlanmış değildi. Lenin bu birliğin sosyalist, enternasyonalist ilkelere uygun şekilde gönüllülük yolu ile belirlenmesini istiyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin kurulması sırasında Komünist Parti saflarında yeşermeye başlayan Rus milliyetçiliği ile de mücadele etmek durumunda kalmıştır.
Gürcistan’ın birliğe katılım koşullarının müzakere edildiği dönemde politikaları yürüten, iç savaş sırasında da orada görev almış olan Stalin ve Ordzhonikidze ikilisinin bağımsızlık yanlısı Gürcülere uyguladığı baskıları geç de olsa farkederek engellemeye çalışmıştır. Lenin bu konudaki görüşünü “Ulusal sorunlar bastırılmamalı, çözülmeli.” şeklinde açıklamış ve Gürcistan meselesi ile ilgili Troçki’ye ve Stalin’in hazırladığı ve sadece Ermenistan ve Azerbaycan’ın kabul ettiği Özerkleştirme Tasarısı’nın düzeltilmesi için de Kamenev’e SSCB’nin Kuruluşuyla İlgili Tasarı” isimli mektubu yazmıştır.
Sovyet projesinin Rusya Fedarasyonu’na katılma biçiminde değil, eşit cumhuriyetlerin birleşmesi biçiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu şekilde bir birliğin amacının diğer ulusların kapitalist emperyalizmden korunmasına da hizmet edeceği öngörülmüştür.
Ancak Lenin hastalığı nedeni ile bu dönemde güçten düşmüş ve zamanla sağlığını tümden yitirmiştir. Daha önce yok etmeye söz verdiği ezen ulus şovenizmi sürece yeniden hâkim olmuş ve uluslar politikası, gönüllü olmayanların asimilasyonu politikası biçiminde işlemiştir.
''Lenin'' bir devin yitirilişi ...
Lenin'in sağlığı, devrim ve savaşın getirdiği gerginlik sonucu oldukça zarar görmüş, suikast girişiminde aldığı yaralar sağlık durumunu daha da kötüye götürmüştü. Kurşun hâlâ boynunda idi ve omuriliğe yakın durduğu için, o günün tıp tekniğiyle çıkarılması mümkün değildi. 1922 Mayıs’ında ilk defa felç geçirerek sağ tarafı kısmen felçli kalan Lenin’in hükümetteki rolü giderek azaldı. Aynı yılın Aralık ayında geçirdiği ikinci felçten sonra aktif politikadan çekildi. 1923 Mart’ında geçirdiği üçüncü felcin sonrasında konuşma yeteneğini de yitirerek ölene kadar yatağa bağımlı kaldı.
İlk kez felç geçirdikten sonra, hükümet ile ilgili bazı yazıları eşine dikte ettirdi. Bunların arasında en ünlüsü Lenin’in Vasiyeti’dir. Bu vasiyette, başta Stalin olmak üzere önde gelen komünistleri eleştiriyordu. 1922 Nisan ayından itibaren Komünist Parti’nin genel sekreteri olan Stalin'in eline sınırsız bir otoritenin geçtiğini söylemiş ve yoldaşların Stalin’i bu görevden uzaklaştırmak için bir yol aramalarını önermiştir.
Lenin’in ölümünden sonra eşi, 1924 Mayıs’ındaki 13. Parti Kongresi’nde okunmak üzere vasiyeti Merkez Komite Sekretaryasına teslim eder. Vasiyet o dönemde partiyi yöneten Grigori Zinoviev, Lev Kamenev ve Josef Stalin'i zor durumda bırakır. Partide Lenin'in büyük otoritesi ve saygınlığı metnin örtbas edilmesi ihtimalini imkansız kılıyordu. Ancak Leon Troçki'ye karşı iktidar mücadelesi veren Zinoviev, Kamenev ve Stalin ellerini zayıflatmak da istemiyorlardı. Bu durumda Merkez Komite toplanacak[29] ve metnin 13. Kongre delegelerine not tutmamaları ve metinden kongrede bahsetmemeleri şartıyla okutulmasına karar verilir. Lenin'in eşi Krupskaya karara karşı çıksa da sonuç değişmez. Metin delegeler tarafından ayrı ayrı okunur ve Lenin'in beklediği iddia edilen etkiyi yaratmaz. Stalin Genel Sekreterliğe devam eder. Vasiyetin bır kısmı ilk olarak 1926 yılında Max Eastman tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlandı.[30] Troçki ise partiden tasfiye edilip sürgüne gittiği dönem içerisinde 1934 yılında metni basacaktır.
Lenin 21 Ocak 1924 günü, 53 yaşında öldü. Lenin’in ölüm sebebi için yapılan resmî açıklama serebral arteriyoskleroz ya da dördüncü bir inme idi. Ancak Lenin’i tedavi etmeye çalışan 27 doktorun yalnız sekizi otopsi raporunda bu sonuca vardığı için, ölümü ile ilgili başka teoriler de ortaya atıldı.[31]
Ölümünden hemen sonra, frengi olduğu dedikoduları yayıldı. Otopsiden sorumlu patolog Aleksey Abrikosov otopsi raporunda frengiden sözetmedi ancak bahsettiği kan damarlarındaki hasar, felç ve diğer yetersizlikler frenginin de belirtilerindendir.
Frengi hastalığının son aşamasında ortaya çıkan lezyonlar vücudunda görülemediği için iftira olarak tahmin edilen bu söylem kesin olarak çürütülmüştür. Tarihçilerin büyük çoğunluğu ölüm sebebinin, suikast neticesi boynunda kalan kurşunun neden olduğu bir felç olduğu konusunda hemfikirdir.
Lenin’in ölümünden üç gün sonra Petrograd şehrinin adı Leningrad olarak değiştirildi. Sovyetler Birliği, 1991 yılında dağıldıktan sonra şehrin Sankt Petersburg oldu.
Lenin'in naaşının yeniden hayata döndürülmek üzere dondurulduğu iddia edilse de buna dair kaynak bulunmamaktadır. Leonid Krasin'in önerisiyle mumyalanan naaşı 27 Ocak 1924 tarihinde Moskova’da Lenin’in Mozolesi’nde daimî istirahatgâhına kondu.
Devden sonra ...
Lenin'in korunan naaşı Moskova'da Kızıl Meydan'daki Lenin Mozolesi'nde sürekli olarak ziyarete açık tutulmaktadır.
Ölümünden hemen önce belirttiği, kendisi için anıt yapılmaması isteğine rağmen Lenin adı, ilk proleter devletin yaratılmasındaki dehası ve Stalin'in yarattığı kült nedeniyle zaman içinde dinsel tapınmaya yakın sayılacak mertebeye ulaşmıştır. 1980'lere gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde her önemli şehrin merkezinde bir Lenin heykeli, merkeze yakın bir Lenin caddesi ya da Lenin meydanı, tüm şehre dağılmış yirmiye yakın irili ufaklı büst ve heykel bulunuyordu. Kolektif çiftliklere, nişanlara, buğday hibridlerine ve hatta bir asteroide Lenin’in adı verilmişti. Çocuklara anaokulu çağından itibaren "Lenin Dede" hakkında öyküler anlatılıyordu. 1930 yılında adına verilmeye başlanan Lenin Nişanı yaklaşık 460.000 kere verilmiştir.
Restorasyon ve Revizyonizme dayalı politikaları nedeniyle Sovyetler Birliği’nin çözülmeye başlamasıyla birlikte Sovyet cumhuriyetlerinde Lenin’e duyulan saygı emperyalist-kapitalist basın yayın organlarının etkisiyle de azalttırılmıştır, ancak Sovyet döneminin eskileri için önemli ve tüm dünya komünistleri açısından önder,lider ve rehber olarak görülür.[32] Doğu Avrupa’da bulunan heykellerin çoğu yıkılmış olsa da Rusya’da büyük bir kısmı hâlâ durmaktadır. Leningrad şehri orijinal adı olan Petrograd’a dönse de, çevresindeki Leningrad Oblast'ın adı değişmemiştir. Lenin’in doğum yeri olan Ulyanovsk’ta oturanlar şehrin adının yeniden Simbirsk olarak değişmesine karşı çıkarak şu ana kadar başarılı olmuşlardır. Lenin’in naaşının toprağa verilmesi, son yıllarda Rusya’da sürekli gündemde bir konu hâline gelmiştir.
13 Nisan 2010 Salı
TSK ve Vakit

“Gay tayfa” sapkınlığının ses kayıtları
Vakit'te yayınlanan ve gündeme bomba gibi düşen DHO'da “gay tayfa” haberinin ses kayıtlarına ulaştık. İşte, Deniz Harp Okulu'nda bir grup öğrencinin cinsel sapkınlıklar içine girdiğini gözler önüne seren ses kayıtları…
DHO'da “gay tayfa” haberi gündeme bomba gibi düştü. Vakit'in dünkü sayısında yayınlanan haberde geçen gay tayfanın ses kayıtlarına ulaştık. İşte, Deniz Harp Okulu'nda bir grup öğrencinin cinsel sapkınlıklar içine girdiğini gözler önüne seren ses kayıtları…
Önce Vakit'in haberini hatırlayalım: “Skandal, 2009'un Nisan ayında Deniz Harp Okulu'nda 1. sınıf öğrencileri A.K. ile A.E.'nin okulun tuvaletinde eşcinsel ilişki halinde iken yakalanmasıyla patlak verdi. Olay kısa sürede bütün okula yayıldı. Okul yönetiminin gereğini yapmamasından rahatsızlık duyan bazı duyarlı öğrencilerin, “gay öğrenciler”den duydukları rahatsızlığı bildirmesi üzerine dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, daha sonra adı aile içi seks skandalına karışınca istifa etmek zorunda kalan Tümamiral B.E. başkanlığında bir heyeti DHO'ya gönderdi. Ancak heyet skandala adı karışan öğrencileri sorgulamadan Ankara'ya geri döndü. Bazı öğrencilerin ısrarlı şikayetleri üzerine harekete geçmek zorunda kalan okul idaresi, bütün öğrencilerin bilgisayarlarını inceledi ve 32 öğrencinin bilgisayarlarında gay pornosu, hayvan pornosu ve bu öğrencilere ait okul içerisinde çekilmiş eşcinsel olduklarını gösteren resimler buldu. 32 öğrenci Alay Komutanı Albay F. G.'nin başkanlığındaki bir heyet tarafından sorgulandı. Bu öğrenciler sorgularında okulda sürekli porno film izlediklerini de kabul ettiler. Ancak okul Komutanı Türker E.'nin örtbas girişimleri sonucunda bu öğrencilerin okuldan atılmadığı, küçük cezalarla skandalın kapatılmak istendiği ifade edilirken, olayın kamuoyuna sızmaması için sapkınlığı ortaya çıkaran sorgulamaları yapan personelin tasfiye edildiği iddia ediliyor.”
SKANDALIN SES KAYITLARI HABERVAKTİM'DE
Okul komutanı Türker E.'nin özel olarak görevlendirdiği İstihbarat Subayı Murat G. tarafından kaydedildiği ileri sürülen ulaştığımız sorgulama kayıtları ile öğrencilerin aralarında yaptığı msn yazışmaları ile askeri personel arasındaki sohbet kayıtlarından rezillik tüm çıplaklığı ile anlaşılıyor.
1-SUBAYLAR ARALARINDA “SKANDALI” KONUŞUYOR
Sorguya katılan askeri personele ait olduğu iddia edilen bu ses kaydında, “2009'un Nisan ayında Deniz Harp Okulu'nda 1. sınıf öğrencileri A.K. ile A.E.'nin okulun tuvaletinde eşcinsel ilişki halinde iken yakalanması” olayı şöyle anlatılıyor:
KUVVET KOMUTANINA GÖNDERİLEN MEKTUP
Bir DHO öğrencisi Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Uğur Yiğit'e bir mektup göndererek, okulda arkadaşları arasında yaşanan rezillikleri tüm çıplaklığı ile anlatıyor. “Dedim ve dediğim gibi de oldu. Duydular ve kapatmak için olayı soğutmaya bıraktılar. Baha amiral geldi hareketlilik oldu. Bir rüzgar esti gürleme oldu ama yine bildik tablo” diye başlayan mektubu, içeriğinden ötürü, yayın prensiplerimizi göz önünde bulundurarak yayınlayamıyoruz.
MSN DÖKÜMLERİ
Aynı şekilde sözkonusu öğrencilerin aralarında yaptıkları msn görüşmelerinin dökümleri de rezilliği ortaya koyuyor. Bu dökümleri de yayın prensiplerimizden ötürü yayınlayamıyoruz.
( Bu haberin bana göre bir haber değeri yok ancak ülkemizin erkek egemen anlayışına inat bende gündemime taşımak istedim. Aslında öylesine ilginç çelişkilerimiz var ki mesela yurdum erkek insanı iki lezbiyeni salyalarını akıtarak izlerken hatta bununla meşk olurken iki erkeğin bir birine dokunması hala son derece etkili bir tabu nitekim bu dayatma ve bir başkasının özgürlük alanını işgal etme haddini kendinde bulma sorumsuzluğu devam ettikçe bende inadına homofobi karşıtı duruşu sayfalarıma taşımaktan büyük zevk alıcam)
Haberin Ayhan yorumu :
Farkındamısınız arkadaşlar onlardan '' sapkın '' , '' tasvip etmiyorum '' yada olamaz sözleri ile tanıtıyoruz ancak gibi bu TSK ' yı bağlamaz nitekim o bahsettiğiniz gazetenin yöneticilerinden olan sayın '' Üzmez''de hem pedofili hemde çarpık bir ilişki yüzünden gündeme gelmişti.
Yani sorumluluk ile sorumsuzluk çizgisini bile yakalayamayan bir mecra böyle başlık ile koskoca orduyu zan altında bırakmamalı.
Sizlere daha önce de yazdığım bir başlığı yazmak istiyorum bu ülkede onları '' ötekileştirenlere inat '' yine bu ülkenin bakanı eşcinselliği hastalık olarak nitelemiştir ve daha sonrada çok insan onların günahkar bir güruh oldukları konusunda fikir beyan etmişler şimdi o can alıcı soruyu sorma haddini kendimde naçizane bulabiliyorum
Eşcinsellik hastalıksa neden Günah yada günah ise neden hastalık olarak nitelendirilebiliyor daha da önemlisi başkalarının özel hayatları hatta yatak odaları neden bizi bu kadar ilgilendiriyor kaldı ki TSK gibi bir kurum bile böylesi küçük ve saçma konu yüzünden dahi neden zan altında bırakılmak isteniyor lütfen önce bu sorulara cevap verelim sonrasında yazmaya başlayalım...
9 Nisan 2010 Cuma
Güneşin Kenti Şehr-i Mersin...

Yazdan kalma bir havada Tarsus aktarmalı Mersin yolculuğunda sona yaklaşılıyor. Kaç saattir yolda olduğumu hatırlamıyorum bile. Kâh güldük, kâh uyuduk, zaman zaman da servis memurunun evinin su basması ile ilgili konuşmadan başlayan sohbetle zaman geçirdik.
Tarsus Otogarı sessiz. Birkaç otobüs girip çıkıyor. TAŞTİ adıyla anılan bu otogar belediyenin ne kadar yaratıcılık yoksunu olduğunu vurguluyor. Sadece Tarsus değil birçok şehir için geçerli bu sözüm. İsimlere takılmak ne kadar doğru ama kısaltma hastalığından kurtulmalıyız diye düşünüyorum.
Servis otobüsüyle bu kez Tarsus-Mersin istikametine dönüyoruz. Tarsus merkezde yolun sağında koskoca bir Nusret Mayın Gemisi göze çarpıyor. Etrafı bol Türk bayraklı bu gemi, heyecanlı bir yolculuğun ardından Tarsus’a getirilmiş. Bir anlamda jilet olmaktan kurtarılan gemi tarihe vefa örneği olarak akıllara kazınmış. Belediyeyi bu çalışmadan dolayı kutlamak lazım.
Yazdan kalma bir gün deyimi burası için geçerli değil aslında. Zaten yılın 10 ayı yaz gibiymiş. ( Kalan 2 ay ise baharmış zaten ) Bunalmaya başlıyorsunuz belirli bir süre sonra.
Liman kenti olgusu oldukça işlemiş. Fabrikalarıyla ticaretin geliştiği bir kent olan Mersin, ülkemize önemli katma değer kazandıran şehirlerimizden.

Mersin’in köy pazarına benzeyen otogarında yolculardan birkaçını indirdikten sonra, adına takıldığım Tarsus Otogarı’nı mumla arıyorum. Pozcu’ya doğru giderken Mersin Şehir Stadyumu’nu da geçiyoruz. Göç alan şehirlerin başında geliyor Mersin, bu izleri etrafta görmek mümkün.
Sonunda yorucu yolculuğumuz sona eriyor. Elimizde çantalarla eve gidiyoruz. Bir an önce kendimi eve atmak istiyorum. Şehiriçi ulaşım çok ucuz olduğundan taksi kullanmak fazlasıyla gereksiz ve lüks kaçıyormuş. Böyle olunca dönmeyen ekonomi ve yenilenmeyen taksiler göz önüne geliyor.
Babam yıllar önce “Mersin’de en küçük demir para bile geçer” derdi. Ben bu sözü bir türlü algılayamazdım. Sanki demir paralar Türkiye’nin her yerinde kullanılmıyor da sadece Mersin’de geçiyor diye düşünür dururdum. Sözün manasını bulmama arkadaşım yardım ediyor. Hayat Mersin’de ucuzmuş. Yaşamak kolay! Tedavülde olan en küçük para ile bile bir şey alabilmeniz mümkün. Hayat bu, bazı sözler yıllar sonra anlaşılabiliyor demek…
Sözde dinlenmek için girdiğimiz evde bir bardak su içip, kente kuş bakışı bakmak için çatıya çıkıyoruz. Eylül ayındayız birazcık serin olsa bari; resmen kavruluyoruz. Çatıda adım atabilmek de mümkün değil. Her yer güneş panelleriyle çevrili. Zar zor adım atıp çatının uç kısmına geliyoruz. Çevreyi şöyle bir inceliyorum.
Her yer güneş enerjisi, su deposu kıvamında sistemlerle çevrili. Bir tane kiremitli çatı yok. Tüm evler 12 ay bu sistemle 24 saat sıcak suya ücretsiz erişebiliyormuş. Doğal kaynakların kullanımına örnek bir kent Mersin…
Bu kadar yeter deyip, deniz havası almak üzere sahile çıkıyoruz.
Yolda karşımıza Muğdat Cami çıkıyor. Türkiye’nin ender altı minareli camilerinden biri olan bu caminin minareleri çok orantısız. Özellikle yakından baktığınızda simetrideki hatalar gözünüze çarpıyor.
Uzaktan bakmak daha iyi. Cami çevresindeki çevre düzenlemeleri son derece başarılı. Güzel yeşil alanlar oluşturulmuş.
Yine Mersin kimliğinde önemli yeri olan büyük St. Antuan Katedrali de karşımızda duruyor tüm heybetiyle.
Meteoroloji İstasyonu’nun karşısından deniz kıyısına geçiyoruz. Mersin Büyükşehir Belediyesi Kültür Parkı tüm cazibesiyle karşımızda. Basınla ilgili Atatürk’e ait bir söz de parkın ortasına yerleştirilmiş.
Sevgi Meydanı ismiyle düzenlenen sahil yürüyüş yapanlar ve oyun oynayan çocuklarla dolu. Sütunlar dikilerek güzel bir görüntü sağlanmış. Deniz kıyısından çevreyi izlerken Mersin Hilton’u da uzaklarda görebiliyoruz.

Duraktan minibüslere binip bu kez şehir merkezine gidiyoruz. Boydan boya büyük bir meydan karşılıyor bizi.
Mersin Cumhuriyet Meydanı yaşlı palmiye ve muz ağaçlarıyla büyüleyici bir manzaraya ev sahipliği yapıyor. Devlet Opera ve Balesi binası ile Atatürk Anıtı birbirini tamamlıyor. Hemen batı girişindeki büyük kilise ise Arap-Ortodokslarına aitmiş. ( Her gün ibadete açık )
Önemli konser ve festival etkinliklerinin yapıldığı bu meydan Mersin’i ifade eden en temel yer bana göre.Benzersiz Mersin sıcak iklimin ürünleri bu kadar net başka yerden görülemez. İzmir ya da diğer bölgelerdeki palmiyelere nazaran buradaki palmiyelerin gövdeleri olabildiğince ince ve uzun. Hayatımda bu kadar uzun ve ince palmiyeleri bir yerde görmemiştim.
Sıcağın etkilediği anlarda Atatürk Caddesi üzerinde yer alan Atatürk Evi ve Müzesi’ne giriş yapıyoruz. Atatürk’ün birkaç gece kaldığı bu ev ayrıca Atatürk’ün halka hitaben yaptığı konuşmalarının da anılarını taşıyor.
Evin restorasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yapılmış. Günün en sıcak dakikalarında kalabalık bir ziyaretçi topluluğu evi dolaşıyor. Bizde iki katlı bu evi dolaştıktan sonra kendimizi çarşıya bırakıyoruz.
Kuvayi Milliye Caddesi’nde dolaşırken yine eski model taksilerle karşılıyoruz. Mersin yaşanılabilir bir şehir gerçekten. O kadar çağdaş bir görünümü var ki, göçe rağmen fazla da bozulmamış. Tek tük kötü görüntüye rağmen özellikle sahil kesimleri kendi başına bir ülkeymiş gibi özgür.
Acıkan karnıma yemek tavsiyesi geliyor. Silifke Caddesi üzerinde Gündoğdu Kebap’a giriyoruz.
Türkiye’nin dört bir yanında lokantalarda servise dair farklılıklar kültürel boyutta yaşanıyor. Bu farklılığın Mersin’deki boyutu ise siparişiniz alındıktan sonra masaya su ve salatanın ücretsiz olarak gelmesi. Salatayı yerken karnınızı doyurabilirsiniz aman dikkat edin.
Gündoğdu Kebap Bursa’ya ait İskender’i öyle bir sunuyor ki, görüntü ve lezzet açısından şimdiye dek yediğim en lezzetli yemek oluyor. Bu lezzetten etkilenen ben 3 gün üst üste Gündoğdu Kebap’ı ziyaret ediyorum.

Mersin’e yolu düşenlere en büyük önerim Silifke Caddesi üzerinde Gündoğdu Kebap’a uğramalarıdır.
Yılın 10 ayı değil 12 ayı şiddetle tavsiye edeceğim Mersin, sıcaklarıyla yıpratsa da yaşanabilirliği ile her şeyi telafi edecek düzeyde…
8 Nisan 2010 Perşembe

NEVZAT SÜER SEZGİN'DENEzber Bozan Bir Roman; "Sakız’ın Gözyaşları"
Can Eryümlü'nün son romanını bitirdiğimde edebiyatın insanlığı iyiye, güzele, adalete, barışa doğru dönüştürebilecek en değerli sanat dallarından birisi olduğu kadar, çok değerli bir eğitim aracı da olduğuna bir kez daha inandım.
Nevzat Süer SEZGİN İstanbul - BİA Haber Merkezi08 Ağustos 2009, Cumartesi Bence Türk edebiyatının başyapıtlarından birisi olan , Kalimerhaba İzmir'den sonra, Can Eryümlü'nün yeni romanını heyecanla bekliyordum. Nihayet 'Sakız'ın Gözyaşları' okurlarla buluştu.
Ön kapaktaki yazı karakterlerinden, fon rengine, Eugene Delacroix tablosundan, arka kapaktaki yazarın güler yüzlü resmine kadar zarif bir paket içine yerleşmişti. Daha kitabı okumaya başlamadan arka kapakta gözüme çarpan, "İlyas ya da İlias olarak doğmak senin seçimin miydi? Yaptığın tek seçim işkencede konuşmak olmuş, ama öldürttüğün adamın oğlu sana düşman değil. Seçmediklerinle suçlanırken seçtiğin hatadan bağışlanmışsın. Ne yaşam ama!" alıntısı ise şimdiden heyecanlı ve düşündürücü bir okuma serüveninin başlayacağını muştuluyordu.
339 sayfalık okuma yolculuğum boyunca sık sık "işte edebiyatın dönüştürücü gücü" diye düşündüm. Yazar, bir okur olarak beni roman kahramanı mimar Fatih'le birlikte yeni bir öğrenme sürecine sokuverdi. Ben de Fatih gibi ilk önce, Türk-Yunan ilişkileri, yaşanılan savaşlar, krizler, ölen binlerce insan hakkında bana öğretilenleri savundum. Hırslandım, kızdım, öfkelendim. Kendimi zaman zaman aptal gibi hissettim. Okudukça yeniden kızdım, yeniden duruldum ama sonunda bize öğretilenleri sorgulamaya başladım.
Eryümlü, Fatih'e ve bana önce bakmasını öğretti. Sonra gezdirdi. Araştırmanın tadını yaşattı ve nihayet yeniden ve yaşayanlardan öğrenmeye başladık.
Ülkem, Avrupa, Yunanistan, hatta dünya halkları hakkında öğrendiğim her yeni gerçek Fatih gibi beni de çok sarstı, ama her sarsıntıda, hem kendim, ülkem, tarihim hakkında yeni şeyler öğrendim, hem de yaşamlarımızı yeniden gözden geçirdim. Nasıl öğrenmemiz gerektiğini, dili, dini, ırkı, rengi ne olursa olsun halklara anlatılan resmi tarihlerin sadece yönetenlerin işine geldiği gibi kurgulandığı gerçeğiyle yüz yüze geldim. Yakın tarihimizi sadece okullarda ezberletilen bilgilerle öğrenmenin, başka ülkelerin insanlarına karşı oluşan duygu ve düşüncelerimizi nasıl belirlediğine şahit oldum. Aynı biçimde eğitilen başka ülke insanlarının da bizler hakkında oluşturduğu önyargıların pek de farklı olmadığını üzülerek gördüm. Zaman zaman kendimden utandım.Gezmenin, görmenin, insanları dinlemenin, önyargılardan kurtulmanın önemini bir kez daha anladım.
Kitabın ilk sayfasındaki Goethe'nin "Tarihi anlamayanlar onu bir daha yaşamak zorunda kalır,' sözlerinin gerçekliğini yüreğimde hissettim. Ülkeleri yönetenlerin çıkarları uğruna halkları gerçek tarih bilincinden neden ve nasıl uzak tuttuğunu ve gene kitabın girişinde yer alan "Tarih tekerrürden ibarettir" sözünün neden Türk'lere ait olduğunu yeniden fark ettim.
İnsanları etnik veya dini nedenlerle birbirine düşürmeye devam eden, para kokulu kanla beslenen uluslararası emperyal sermayenin bütün ülkelerde benzer senaryoları yaşama geçirdiklerine bir kez daha şahit oldum. Sakız'da gözyaşlarını akıtan oyunların, Çeşme'nin ya da dünyanın bir başka yerindeki herhangi bir bölgenin gözyaşlarıyla aynı olduğunu hissettim. Bir yandan öğretilen "nefret" duygusunun koşullar uygun olunca ne kadar büyük bir hızla katlanarak büyüyebileceğinden korkarken, diğer yandan yaratıcılığın, anlayışın, sevginin, iletişimin insanda yarattığı mucizelere tanık oldum.Seçmedikleriyle suçlananların, onları yönetenlerin yarattıkları sistemlerle ilişkisini yeniden sorguladım.
Bu romanda Eryümlü'nün akıcı, yalın diliyle, kurgusuyla ve anlatımıyla zihnimde yarattığı ezber bozduran tarihsel birikimine, felsefi derinliğine, doğanın rengini, kokusunu, yemeklerin tadını hissettiren edebi yeteneğine hayran oldum. Çünkü tarihi bilgilerin roman diline yedirilerek anlatımın kuruluktan ve didaktiklikten kurtarılması, büyük bir çaba ve birikim gerektirir. Çünkü diyalektik düşünce tarzını içselleştirmiş bir zihne ihtiyaç vardır.
Bu romanla, Çeşme'nin doğal güzelliklerini, tarihsel geçmişini ve insanlarını yeniden keşfettim. Zorluklara direnen ağaç olarak bilinen ve insan sağlığı için çok değerli olan Sakız ağacından ismini alan adayı, şimdiki zamanda ve geçmişte sokak sokak dolaştım. Kiliselerini, lokantalarını, kırlarını, evlerini gezdim. Adalılarla sohbet ettim, şarkılar söyledim.
Sakız'ın Gözyaşları'nı bitirdiğimde edebiyatın insanlığı iyiye, güzele, adalete, barışa doğru dönüştürebilecek en değerli sanat dallarından birisi olduğu kadar, çok değerli bir eğitim aracı da olduğuna bir kez daha inandım.
Bir okur olarak hangi bilginin kimlerden ve nasıl öğrenileceğinin çok önemli olduğu günümüz koşullarında, resmi tarihe alternatif olarak kurgulanan, araştırmalara dayalı ve ezberlerimizi bozabilen edebi eserlerin çoğalması dileğimle Eryümlü'ye ve Pupa Yayınlarına çok teşekkür ediyorum.(NSS/BÇ)
Bağyan Feministival Başlıyor...

Bağyan Feministival Başlıyor
Bağyan Feministival 9–10–11 Nisan tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek. Bütün biseksüel, heteroseksüel, lezbiyen, trans kadınlar ve trans erkekler için düzenlenen festivalde çeşitli atölye çalışmaları yapılacak.
bagyanfest.blogspot.com/2010/02/bagyan-feministival_14.html
Hakkında
Nereden çıktı bu Bağyan Feministival?Festivaller, dertleri, söyleyecek sözleri olan insanlar için bir buluşma, üretim, paylaşım, diyalog ortamı yaratıyorsa , neden feminizm için yapılmasın? Ve neden kafalarımızdaki birçok politik soruyu eğlenerek , farklı bakış açılarını birleştirerek yaratıcılığa dönüştürmeyelim? Farklı hisleri, düşünceleri tanımak, birbirimize dokunarak değişmek, birimizin derdiymiş gibi görünenleri hepimizin derdi yapmak için yola çıktık. Niyetimiz; 3 gün süresince zamanla, parayla, mekanla ve bedenlerimizle kurduğumuz ilişkilere alternatif öneriler getirmek ve bu önerileri hep birlikte uygulamak. Tüm bunları yaparken de kadınlık deneyimlerimizi ve çeşitli olduğuna inandığımız feminizmleri buluşturup tahayyül ve ihtiyaçlarımıza bir nebze nefes olacak imkanlar yaratmak. Bağyan Feministival kimler için?Bu festivalin herkesin beklentilerini kapsamasının mümkün olmadığının farkındayız. Yine de her birimizin ayrı ayrı eylemekten keyif aldığı ya da eylerken dışlandığı; kimimizin gündelik pratiğinde zaten hep varolan, kimimizinse daha önce denemeye fırsat bulamadığı üretimleri bu defa kendi aramızda belirli feminist ilkelere dayanarak paylaşıma açıyoruz ve Feministivali bütün biseksüel, heteroseksüel, lezbiyen, trans kadınlar ve trans erkekler için düzenliyoruz. Feminist perspektifle hayatı, işi, sporu, sanatı, eğlenceyi, hareketi, bedeni sorgulamak ve deneyimlemek isteyen herkes festivalimizin öznesi. Bağyan Feministivali kim düzenliyor?Gerek festivalin gerçekleşmesi için çalışanlar, gerekse atölye çalışmaları yapmak için gönüllü olan arkadaşlar bu organizasyona kurumsal değil bireysel olarak katılıyorlar. Başından beri farklılıklarımızla bir arada durmayı başaran, bu farklılıkların üretken ve güçlendirici taraflarını öne çıkarmayı becerebilmiş bir grup gönüllüyüz.Neden feministival?Bu festivali organize ederken feminist ilke ve yöntemlerle hareket ediyoruz. Birbirimiz üzerinde baskı oluşturmadan, herkesin karar alma mekanizmalarına eşit katılımını sağlayarak, hiyerarşi ve her türlü ayrımcılığı reddeden, dayanışma ve aktif katılımı esas alan ve şiddetsiz yöntemleri benimseyen bir çalışma anlayışımız var. Birbiriyle iç içe geçmiş bütün iktidar mekanizmalarını; ataerkilliği, cinsiyetçiliği, militarizmi, kapitalizmi, heteroseksizmi, ırkçılık ve milliyetçiliği, insanın doğa üzerindeki egemenliğini ve diğer tüm toplumsal iktidar ilişkilerini sorgulayan, eleştiren bir festival hedefliyoruz. Feminizmin genel kanının aksine eğlenceli olduğuna, eğlendirirken de birbirimizi hem politik hem de duygusal olarak güçlendirdiğine inanıyoruz. Festival organizasyonuna kalkıştığımızdan andan itibaren bize öncülük eden tek şey çeşitli kadınlık deneyimlerimiz oldu. Birlikte bize dayatılan rolleri reddediyor ve eğlenerek dayanışmanın bizi çoğaltacağına inanıyoruz.
Info
Sorularınız, önerileriniz ya da toplantılara katılmak için lütfen bagyanfest@gmail.com adresinden iletişime geçin.
Atölye düzenlemek mi istiyorsunuz?
15 Mart’a kadar tüm önerilere açığız.
9-10-11 Nisan’da bize katılmak istiyorsunuz ama İstanbul dışından geliyorsunuz ve kalacak yeriniz yok mu?
Lütfen bizi önceden haberdar edin, sizin için kalacak bir yer ayarlamaya çalışacağız.
Gelmek istiyorsunuz ama çocuklarınıza bakacak kimse yok mu?
Bizimle olduğunca erken iletişime geçin, öğleden sonraları için oyun grupları organize edeceğiz
4 Nisan 2010 Pazar
Neoliberal Türkiye’de Kadınlar ve Ataerkillik

Giriş
Türkiye’de 1950’lerden itibaren kapitalizmin etkisiyle kırsal alanda büyük bir dönüşüm yaşandığı bilinmektedir. Bu dönüşümün etkisiyle kırsal alanlardan kentsel alanlara büyük bir göç yaşanmıştır. Bu göçlerin sonucunda hem kırsal alanların hem de kentsel alanların dokusu değişmiş toplumsal yapıda değişmeler olmuştur. Kapitalizmin kırsal alana girmesiyle ekonomik yaşam değişince ücretli emeğe yönelen ve kentlere göç eden insanların sayısı artmış ve bu durum kentlerde fakirlikle yüzleşen birçok aile oluşturmuş ve kentsel fakirlik denilen olgu ortaya çıkmıştır. 1960’lar ve 1970’lerde kapitalizm kentsel alanlarda da etkisini göstermeye başlamış Türkiye’de az da olsa özellikle büyük kentlerde fabrikalar kurulmaya başlanmış ve toplu üretimin önemli olduğu bir kapitalizm –piyasa ekonomisinden çok refah devleti modeli çerçevesinde- görülmüştür.
Ekonomik yaşamdaki değişikliklerden kadınlar da etkilenmişlerdir. Öncelikle kırsal alandaki dönüşümler geleneksel aile ekonomisinin temeli olan dayanaklarını yitirince geleneksel geniş ailelerin oranında düşüşler ve çekirdek ailelerin oranında yükselişler yaşanmıştır. Kentlere yapılan göçlerde de kent yaşamıyla tanışan kırsal kesimin ciddi bir fakirlikle yüzyüze geldiği bilinmektedir. Kadınlar da bu fakirliğin bir sonucu olarak kentlerde de çalışmaya başlamışlardır. Fabrikalarda çalışan kadınlar hakkında yapılan çalışmalarda ataerkinin nasıl işyerlerine taşındığı, kadın emeğinin nasıl daha az “vasıflı” olarak addedilip sömürüldüğü ve kadının iş yaşamında yükselişinin önüne geçildiği anlatılmıştır.
Bu yazıda da 1980 sonrası benimsenen neoliberal ekonomik politikaların kadının ekonomik hayata katılımını ve yaşayacakları aile içi-aile dışı statü değişimlerini nasıl etkilediği daha çok kentlerdeki kadınlar üzerinden anlatılacaktır.
1980 Sonrası Türkiye
Çağlar Keyder’in dediğine göre 1960’larda ve 1970’lerde Türkiye’de uygulanan ithal ikamecilik ve korumacılık hızlı bir ekonomik büyüme ve bununla birlikte büyük bir toplumsal dönüşüm getirmiştir. Fakat Keyder’in ulusal kalkınmacılık veya ulusal kapitalizm olarak adlandırdığı bu ekonomik anlayış 1980’lere gelindiğinde terkedilmiştir. Kapitalist dönüşüm artık devlet koruması ve müdahalesi olmadan ve dünya pazarına açılarak devam edecektir. Neoliberal kapitalizm olarak adlandırılacak olan bu kapitalizm finansal ve ticari liberalleşmeleri doğurmuş ve ihracata dayalı sanayileşmenin gelişmesini sağlamıştır. Her alanda devlet müdahalesini öngören Keynesyan ekonomi, yerini neoliberal ekonomik stratejiye bırakacaktır. Bu strateji; özellikle 1973 petrol krizi sonrası ortaya çıkmış olan 1970’lerin ekonomik belirsizliğini aşacak olan post-Fordizm denilen anlayışın ve dönemin doğmasını sağlamıştır.
David Harvey’e göre ekonomi ve post-modernizm arasında bir bağ vardır, şöyle ki; post-Fordizm post-modernliğin bir koşuludur. Tıpkı Fordizmin Keynesyan ekonomik anlayış içinde varlığını sürdürebildiği gibi post-Fordizm de ancak neoliberal ekonomik anlayış içinde varlığını sürdürebilecektir. Küreselleşme ile karşılıklı etkileşim halinde olan post-Fordizm daha esnek bir sermaye birikimine ve dünya ekonomik düzenini uluslarası finansal piyasaların yönettiği bir dönemi bir piyasa ekonomisi dönemini ortaya çıkarmıştır. Çokuluslu firmaların, küresel piyasaların ve kitlesel tüketimin hakim olduğu bu geç kapitalizm evresinde, bu çokuluslu firmalar üretim aşamalarını bölerek, her aşamada dünyanın en ucuz üretim faktörlerini, yani emek ve sermayeyi, kullanmış ve en düşük maliyetli üretim imkanlarından yararlanmıştır.
Neoliberalizmde Kadınlar
Post-Fordizm’in büyük kentlerde imalat sanayinin ciddi oranda azalıp hizmet sektöründe büyük bir artışa neden olduğu bilinmektedir. İstihdam alanında yaşanan imalattan hizmete yönelim, mavi-yakalı işlerden beyaz-yakalı işlere yönelimesine ve bu işlerin artışına neden olamuştır. Beyaz-yakalı işlerin artması ve bu değişim emeğin feminenleşmesi dediğimiz olguyu doğurmuş ve kadının kentsel iş gücüne katılımı önemli bir konu olmuştur. Hizmet sektörünün önemli bir örneği olan bankacılık sektörü de bu artıştan etkilenmiştir. Bu alanda yapılmış çalışmalar da emeğin feminenleşmesine rağmen hizmet sektöründe bile, kadın çalışanların sayısının artışının kadının iş yaşamındaki statüsüne artış getirmediği, aksine erkek egemen anlayışların iş yaşamına taşınması nedeniyle kadınların daha düşük ücretlerle çalıştırıldığını; yükselmesinin engellenip sürekli mücadele etmeleri gereken cam tavanlar doğurduğunu ortaya çıkarmıştır.
Post-Fordizm’in getirdiği bir diğer değişiklik olan fason imalat da kadın emeğini etkilemiştir. Büyük çokuluslu firmalar ucuz iş gücünün kolayca bulunabildiği ülkelerde özellikle de kentlerin kenar mahallelerde küçük atölyelerle anlaşıp bunların kendi firmaları adına üretim yapmalarını sağlamıştır. Bu atölyelerde de kadının iş gücüne katılımının arttığı görülmüştür. Kadın emeğinin erkek emeğine görece daha ucuz olması ve kadınların emek yoğunluklu işlerde daha verimli olması artışın nedenleri arasındadır.
Gül Özyeğin ve Aksu Bora gibi yazarlar da kentsel dönüşüm sonrası kentlerde fakir alt sınıf mensup kadınların ücretli ev emeğine yönelmelerinin artışı sonucu ev eksenli üretimin önemli bir ekonomik aktiviteye dönüşmesini; bu işlerin kadınlar arasındaki sınıfsal farkları nasıl ortaya çıkardığı ve orta sınıf ya da kentsel ev kadınlığı kavramının oluşumunu çalışmalarında anlatmışlardır.
Kentsel dönüşüm sonrası, neoliberal ekonomik anlayışın da hakim olmasıyla birlikte kentsel alanlarda sınıflar arasındaki ekonomik farklılık artmıştır. Ve bu sınıfsal farklılık kadının iş hayatına katılımının ataerkillik boyutunda aile içinde ve dışında farklı algılanışlarına neden olmuştur. Beyaz-yakalı işlere katılan eğitimli kadınların çalışmaları özgürleşme ve kendi ayakları üstünde durma olarak görülüp -aile içi annelik ve yeniden üretim rolleri dışında- ataerkilliğin olumlu yönde değişmesi olarak algılanmıştır. Öte yandan, fakirlik nedeniyle çalışmak zorunda olan kadınların iş gücüne katılımı “Ekmeği kazanan erkektir” modelinin erkeğe kazandırdığı statüyü ve erkeğin ataerkil gücünü zedeleyeceği için ataerkil yapının değişmek yerine ataerkilliğin kadın üzerindeki kontrolünün artacağı söylenebilir. Bu statü kaybını telafi etmek için erkekler şiddet uygulayarak kadınlar üzerinde tekrar otorite kurmaya çalışmışlardır.
Sonuç
Neoliberal dönemde kadının iş gücüne katılımında artış görülmesine rağmen ataerkil örüntüler işyerleri dahil toplumun her katmanını sardığı için işgücüne katılımın erkek statü ve iktidarına kattığının aksine kadınların aile içi ve dışı konumlarında bir değişiklik yaratmadığı hatta bazı durumlarda aksine kadının konumunun daha da kötüleştiği söylenmektedir. Sonuç olarak, geç kapitalizm veya serbest piyasa ekonomisi olarak adlandırılabilecek olan bu neoliberal ekonomik dönemde de ekonomik ilişkiler toplumsal ilişkilerin özellikle de toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yardımıyla ilerlemiştir.
HOMOFOBİ VE HETEROFOBİ

Bilgi, doğru bilgi, güçtür. Homofobi terimini ilk ortaya atan Weinberg’dir. Fobi; bir şeye karşı duyulan korkunun, bireyin gündelik yaşamını olumsuz yönde etkilemesi halidir, mantık dışı bir korkudur. Homofobi, son yıllarda eşcinsel lobinin faaliyetleri sonucunda eşcinsellikle ilgili her türlü olumsuz tepkiyi açıklamada kullanılan teknik bir terim halinde kullanılmaya başladı. Hatta Morin (1977) homofobinin tanımını, heteroseksüelliği, homoseksüelliğe göre daha üstün veya daha doğal olarak değer atfeden her türlü inanç sistemi olarak genişletti. Bu durumda ebeveynlere, büyüdüğünde çocuklarının eşcinsel olmasını isteyip istemediklerini sorulduğunda, neredeyse tamamına yakınının homofobik olduğu ortaya çıkacaktır. Eşcinsellik, dini, ahlaki ve politik nedenlerle toplumlarda genellikle negatif karşılanmış ve bu tavır bazen homofobi olarak da adlandırılmıştır. Bu görüşe göre, tüm insanlar eşcinselleri sevmek, onaylamak, destek olmak ve hatta rahatsız olmamak durumundadır, herhangi bir şekilde rahatsızlık duyulduğunda, “eşcinsellerden rahatsızlık duyan da gizli eşcinseldir” etiketi yapıştırılacaktır. Bu nedenle teknik bir terim olan homofobinin artık daraltılma zamanı gelmiştir. Çünkü geniş bir homofobi tanımı eşcinsellere üstü kapalı da olsa büyük zararlar vermektedir.
Bakış açısı homofobinin tanımını ve içeriğini belirlemektedir. Eşcinselliği bir hastalık olarak görme durumunda homofbinin tanımı ayrı yapılabilirken, eşcinselliği bir cinsel tercih olarak doğal ve normal bir durum olarak görme durumunda tanımı ayrı yapılacaktır. Bu durumda bir referans noktasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle CİSED hofobiyi; eşcinsellere ve eşcinselliğe karşı mantık dışı kin, nefret ve aşağılama şeklindeki haksız yargıların beraberinde getirdiği, eşcinsellere şiddet uygulanmasını savunma veya şiddet eylemlerinde bulunmayı içeren davranış ve tutumlar olarak tanımlamaktadır. Yani referans noktası eşcinsellere saldırı ve şiddet uygulanması, şiddetin savunulmasıdır. Bu referans noktasından sapıldığında, eşcinselliğin doğaya aykırı olduğunu savunma veya eşcinselliği bir yaşam şekli değil de cinsel ilişkiler toplamı olarak görme çok yanlış bir şekilde homofobi olarak değerlendirilebilir. Bu durumda eşcinsellik eleştirilemeyen veya tartışılamayan bir tabu haline gelmektedir. Bilindiği üzere, tüm tabular insan hayatını zorlaştırmaktadır. Ülkemizde cinsellik hala bir tabudur, binlerce insan bu nedenle cinsel işlev bozukluğu yaşamaktadır; din bir tabudur, bu nedenle gerçek dinin sevgi, hoşgörü ve kardeşlik olduğunun üstü kapatılmaktadır; laiklik bir tabudur, bu nedenle dinsizlik olarak algılanmaktadır. Eşcinselliğin de bir tabu haline getirilmemesi gerekir. Geniş homofobi tanımı eşcinselliği tabulaştırmaktadır. Oysa modern dünyada her konu, her düşünce eleştirilebilmelidir, insan zihnine ambargo konulmamalıdır. Bu yapılmadığında “eşcinsellik hastalık değildir, fakat homofobi tedavi edilebilir bir hastalıktır” şeklindeki yaklaşımlar da heterofobi olarak değerlendirilecektir. Heterofobi; LGBTT’lere (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel) eşit haklar tanınması amacıyla yapılan çalışmaların heteroseksüellere yönelik bir ayrımcılık faaliyeti olduğu anlamına gelir. LGBTT tartışmalarında heterofobi, homofobinin tersi olarak da kullanılmaktadır. Eşcinsellere karşı ön yargıları olanlar da, eşcinsel lobi de, kendi korkularını (fobilerini) kabullenmeli, tartışmalı ve bilgilenerek bu korkularını yenmelidir.
“Daraltılmış homofobi tanımı ve eşcinselliğin eleştirilmesi veya bir hastalık olarak değerlendirilmesi, eşcinsellere yönelik saldırı ve şiddet eylemlerini arttırır” mantığı da çok yanlıştır. Çünkü her zaman düşünce ve bilim özgür olmalıdır. Atom üzerine çalışmalar yapan bilim adamları Japonya’da binlerce insanın ölmesini istememişlerdir, sosyalizmin düşünce babası Karl Marx, yine binlerce insanın öldüğü soğuk savaşı istemiştir. Görüldüğü gibi her düşünce veya bilimsel gelişme insanlık için iyi yönde de kullanılabilir, kötü yönde de kullanılabilir. Önemli olan niyettir. Niyeti kötü ve az gelişmiş insanlar her devirde vardı, olacaklardır da, onlardan korkarak bilim, teknoloji, özgür düşünce ve tartışmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Homofobinin nedenleri toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik olabilir. Eşcinsel ilişki birçok dinde veya mezhepte lanetlenmiş, dini metinlerde eşcinselliğin kabul gördüğü toplumların Tanrı tarafından cezalandırıldığı öne sürülmüştür. Bu nedenle çocukluktan itibaren kendini katı dini ve ahlaki öğretinin içinde bulan bir kişi, okudukları ve duyduklarının ışığında küçük yaşta homofobik yaklaşımlar içerisine girebilir. Ayrıca kendisinin eşcinsel olduğundan şüphelenen ve bu durumdan endişelenen bir kişi bu korkusunu homofobi olarak dışa vurabilir. Yani gerçekte aşırı homofobik kişiler Freud’a göre gizli eşcinsellerdir.
COMING OUT NEDİR?
Gerçek eşcinsellik terminolojisinde kullanılan coming out terimi; Türkçe’de kendini bulma, açılma, kendini ifşa etmek veya eşcinsel olduğunu açıklamak olarak kullanılır.
Dolap, eşcinsel kimliğin saklanmasının metaforudur. Dolaptan çıkma ise eşcinsel kimliğini açıklamak anlamına gelir.
3 Nisan 2010 Cumartesi
Big Apple NYC

Dünyanın başkenti niteliğini taşıyabilecek New York'tan başka bir kent daha yoktur. New York sekiz milyon nüfusunu 800 km kare alanda barındırır. New Yorklu olmak bir ayrıcalıktır. New York'a insanlar adeta akın eder. Buna neden olan şeyler tam olarak açık olmasa da insanları buraya çeken şey buranın hiper-aktif , enerjik hayatıdır.
New York gerçekten global bir kenttir. New York'a gittiğinizde sanki orada daha önce bulunduğunuzu sanırsınız. Özgürlük Abidesi'ne , Empire State Binası'na , Central Park'a ve de Times Square'e hayran kalacaksınız. Modern Sanat Müzesi dünyanın en ünlü müzelerindendir. Guggenheim Müzesi ve Modern Tarih Amerikan Müzeleri de onun kadar ünlüdür. Kitapçıları, tiyatroları, yemekleri, alışveriş imkanları ve insanları New York'ta nereye giderseniz gidin kendinizi hoş bir tecrübenin içinde bulacaksınız.
New York kelimenin tam anlamıyla bir 'göçmen kenti'.
Sekiz milyonu aşkın kentte her üç kişiden biri ABD dışında bir ülkede doğmuş!
Siyahlar, Asyalılar ve İspanyolca konuşanlar da dahil olmak üzere azınlıkların toplamı New York nüfusunun çoğunluğunu oluşturur hale gelmiş. Bu yüzden de, okullarda çift-dilde eğitim hayli yaygın.
New York'un gayrı-resmi ikinci dili İspanyolca, üçüncüsü ise Çince olduğundan kentin kimi yerlerindeki reklam ve trafik işaretleri de iki hatta üç dilli!..
"Azınlıkların çoğunluğu" gerçeğiyle ilk kez bankamatikten para çekerken karşılaşıyoruz. Makineler İngilizce yanı sıra İspanyolca ve Çinceden tutun da Yunan ve Kore dillerinde bile işlem yapıyor.
Zamanla ehliyet sınavına bile beş dilde girilebileceğini öğreniyoruz.
Çinli göçmenlerin oturduğu Chinatown'ın da kırk blokluk dev bir mahalle olduğunu gördükten sonra tüm bu uygulamalara artık pek şaşmamak gerektiğini düşünmeye başlıyoruz.
Yemek...
Dünya Mutfakları birbirine hiç bu kadar yakın olmamıştır New York'ta olduğu kadar. 38. cadde'de ki Ali Baba restorantından tutunda Manhatten'ın göbeğindeki Çin lokantalarına kadar, New York size çok geniş bir damak tadı yelpazesi sunar.
BARLAR & KAFELER & RESTORANLAR
OYSTER BAR : Deniz ürünleri yiyebileceğiniz bir yer.Yemeklerini tatmanızda yarar var.
Adres : 42.Cadde, Park Avenue
Tel : ( 212 ) 490-6650
RIO MAR : İspanyol yemeklerini sevenler için ideal.Fiyatlar da uygun.
Adres : 79th Avenue
Tel : ( 212 ) 243-9015
KAT'Z : Etli her türlü yemek bulunabilir.Bifteklerini tatmanızı öneririz.
Adres : 205 E Houston Caddesi
Tel : ( 212 ) 254-2246
GOTHAM BAR&GRILL : Pahalı bir yer ancak göreceksiniz ki buna deyecek.
Adres :12E 12. Cadde
Tel : ( 212 ) 620-4020
GRIMALDI'S : Şehrin en iyi İtalyan yemekleri ve tabii ki pizzası burada.
Adres : 19 Old Fulton Caddesi
Tel : ( 718 ) 858-4300
BREW'S : Canlı müzik eşliğinde yemek. Deniz ürünleri, burger ve salatalar ve 70'in üzerinde yerel ve ulusal bira çeşitleri.
Adres :156 E 34.Cadde
Tel : 889-3369
BROTHER'S BBQ : Özel BBQ kaburga yemekleri ve tavuk çeşitleri. Açık havada yemek yeme imkanı var.
Adres : 225 Varick Caddesi
Tel : 727-2775
HARD ROCK CAFE : Burası adından da anlaşılabileceği gibi rock müzik eşliğinde yemeğinizi yiyebileceğiniz bir yer. Klasik Amerikan yemekleri, burger ve çikolatalı kurabiyeler seçenekler arasında.
Adres : 221 W. 57.Cadde
Tel : 459-9320
HARLEY DAVIDSON CAFE : Dizaynı, ışıklandırması ve de efektleriyle ilginç bir yer.Açık hava kafesi ve de motosiklet koleksiyonu var.
Adres : 1370 6th Avenue
Tel : 245-6000
JEKYLL AND HYDE : Eğlenceli bir mekan.Hem yemek hem de eğlence için ideal.Ayrıca bira koleksiyonu da dikkate değer.
Adres : 7th Avenue
Tel : ( 212 ) 989-7701
LE BAR BAT : Hem yemek hem de müzik için ideal. Geceleri de renkli.Canlı müzik, DJ ve dört bar. Burayı sakın es geçmeyin.
Adres : 311 W. 57.Cadde
Tel : 307-7228
MICKEY MANTLE'S : Burada Mickey Mantle'ın ( baseball efsanesi ) kullandığı eşyeları görebilirsiniz.Ayrıca buradayken ünlü bir sporcuya rastlamanız da çok olağan.
Adres : 59.Cadde
Tel : 688-7777
PLANET HOLLYWOOD : Büyük starları görmek istiyorsanız doğru yere geldiniz. Enerjik bir atmosfer ve iyi yemekler.
Adres : 140W. 57.Cadde
Tel : 333-7827
New York stili eğlence ...
Eğer New York'ta outdoor aktiviteler arıyorsanız burada birçok seçenek bulacağınıza emin olabilirsiniz. Hudson Nehri civarındaki Chealsea Piers Kompleksi birçok olanağa sahiptir: koşu alanı, yüzme havuzu, plaj voleybolu ve dağcılık aktiviteleri. Eğer koşmak istiyorsanız Central Park'ı deneyebilirsiniz. Ayrıca Jacqueline Kennedy Onassis Reservoir da 2.5 km'lik koşu alanıyla dikkate değer.
New York'ta her yerde bisiklet kiralayabilirsiniz ; ancak bisiklet sürmek için en iyi yer trafiğin olmadığı Central Park'tır. Ayrıca Central Park'ta buz pateni de yapabilirsiniz. Bununla birlikte balık tutmak isteyenlere Hudson Nehri'ni önerebiliriz.
EVENTS
New York'ta özel bir olayın olmadığı bir hafta bulmak imkansızdır. Her yıl 50 genel ve de 400'e yakın sokak festivalleriyle New York gerçekten renkli bir yerdir. Times Square' deki yeni yıl kutlamaları dünyadaki en ünlü kutlamalardan biridir. 17 Mart'ta 5th Avenue'de yapılan ' St. Patrick Günü ' kutlamaları da 200 yıldan beri yapılan geleneksel kutlamalardan biridir.
Haziranda Central Park'ta 'Change Your Mind Day' ( fikrini değiştirme günü ) düzenlenir. Bu günde bazı konular tartışılır. Haziranda ayrıca JVC Caz Festivali ve New York Shakespeare Festivali yapılır. Bu festivallere ünlü starlar da katılır.
4 Temmuz'da Amerika'nın kurtuluşu kutlanır. Bu günde East River civarında havai fişek gösterileri yapılır. Bu da gerçekten eğlenceli bir aktivitedir.Ağustos ayında zencilerin düzenlediği Harlem Week ( Harlem Haftası ) de renkli geçer. Hip-hop tarzı müzikten hoşlananlar özellikle kaçırmamalıdır. Eylül ayında ise New York Film Festivali yapılır. Ünlüleri görmek istiyorsanız kaçırmayın.

Ve Tabi ''Sex And The City ''
Hey gidinin "Sex and The City"sinin filmi de geldi nihayet. Sinema versiyonu mini etekli kızkardeşin eteğini çekiştiren domestik ablası gibi olmuş ama bu kıtlıkta ölüsü bile yeter. İkisinin ortak noktalarıysa modaya olan zafiyetleri...
Şu sıralar "Sex and The City"nin filmi hakkında yazmayanı budaklı meşe odunuyla kovalıyorlar sanki. Eh, madem filmi seyrettim, ben de eksik kalmayayım dedim. Bilmeyen kalmadı ama bir kez daha ilan edeyim, mevzu seks, şehir (New York, hatta Manhattan) ve moda üçgeninde ilerliyor.
Maalesef bu coğrafyalarda seks de şehir de bitik konular. Yaşadığımız üçüncü dünya metropollerinde mini eteklerinizi savurarak dolaşmak ancak moda dergilerinde olur. İncecik topuklu Manolo Blahnik ayakkabılara toka edeceğiniz 500 dolarınız olsa bile, onlarla şehircilik rezaleti sokaklarımızda yürüyemezsiniz. Seks ise bambaşka bir hikaye. Haydar Dümen Beyefendi’nin kafasında ağarmamış tek bir saç kalmadı, anlata anlata dilinde tüy bitti. Erkekler kadınlarla seviştikten sonra üzerlerine beton dökme arzusu duyduğu sürece seksten rahat rahat bahsedemeyeceğiz, bilesiniz.
SEKS VE ŞEHİR OLMADIYSA MODA
O zaman iki yanlış (seks ve şehir) bir doğruyu (moda) götürmesin diye sadece moda hattında kalalım. "Sex and The City: Movie"de diziden tanıdığımız isimler tam kadro yer alıyor; esas kızsa elbette Carrie (Sarah Jessica Parker). Kahramanlarımız (Carrie, Miranda, Samantha ve Charlotte) hem yaşlanmış hem de uslanmışlar. "Her gece barda gönlüm hovarda" şekilleri evcil hayatlara dönüşmüş, ayrıca herkesin uğraşıp durduğu bir sabit adamı da var.
Neyse ki, kahramanlarımızın moda merakı ve şıklığı baki. Filmin kostümlerini de dizininki gibi Patricia Field yapıyor. Ne var ki, kahramanlarımız artık olgun yaşlarında olup ağırlaştıkları için kıyafetlerini sergileyecekleri sosyal ortam az. Bu sorun da karakterlere Arnavut gelinleri gibi kıyafet değiştirip durarak çözülmeye çalışılmış. Hatta bazen bizzat gardıroplara özel çekimler yapılarak kıyafetler gösterilmiş.
KADINLAR İÇİN PORNO
Kahramanlar filmde de karakterlerini yansıtacak şekilde giyinmeye devam ediyor. Carrie; süper kaslı vücuduyla en olmadık kıyafetleri bile komik olmadan taşıyor. Miranda; güvenli ve sade işkadını tarzını sürdürüyor. Charlotte; sıkıcı ve hanım hanımcık bir Jackie O özentisi ve Samantha; zengin, seksi ve gösterişli...
Orijinal versiyonu için kadınlar için porno (bodice ripper diye tabir edenler de var) diyebileceğimiz "Sex and The City: Movie"de moda ve eğlence bayat bir romantizmin (ve de muhafazakarlığın) gölgesinde kalmış bir miktar. Yaratıcıları da bunun farkında olmalı ki, telaşlı bir işgüzarlıkla filme modayla ilgili yama gibi sahneler eklemişler. Filmin, kahramanlarını geçkin Barbie’ler gibi giydirmek dışındaki moda atraksiyonlarıysa bir defile ve Vogue çekimi sahnesi.
VOGUE’DAN MÜTHİŞ DESTEK
Vivienne Westwood’lu defile sahnesi biraz aceleye getirilmiş ve yasak savma kabilinden hazırlanmış olsa da Vogue çekimi gayet heyecan verici. Efsanevi editörleri Anna Wintour’u Candice Bergen’in canlandırdığı dergi, tarihinde ilk kez koridorlarında çekim yapılmasına izin verdi. Carrie’nin Vera Wang’den Oscar de la Renta’ya Lanvin’dan Christian Lacroix’ya kadar envai çeşit gelinlikle poz verdiği dergi çekimi cidden başarılı. Çekimin sonunda Westwood imzalı görkemli bir gelinlikte karar kılındığını fısıldayalım.
Kadınların yiyip yiyip kilo almadıkları, kış ayazında incecik elbiselerle gezindiği ve iğne topuklarla sokaklarda koşturduğu alternatif bir evrende yaşamınızı hedonizme adamak çok kolay. Böyle bir evrende, elbette bir çift gece mavisi Manolo Blahnik bütün sorunları çözer. Filmde olduğu gibi...
Helena Christensen
Farkındayım, bu bölüm genellikle teneşirden ya da huzurevinden sesleniyor. Kanlı canlı gençten perilere pek yer veremedik, öyleyse yaşasın Helena Christensen! Dünyanın en güzel Peru (anne) ve Danimarka (baba) melezi olan Christensen’in 90’lı yıllarda dünyanın en ünlü top-modellerinden biri olduğunu biliyorsunuz muhtemelen. Şimdilerde taze bir 40’lık olan bu güzel kadın, kanaatimce dünyanın en iyi giyinen kadınlarından biri aynı zamanda. İskandinav rafineliğiyle Güney Amerika sıcaklığının aynı bedende buluşmasından mı bilinmez, Christensen eklektik ve yaratıcı tarzıyla sürüden hemen sıyrılıyor. Rock dünyasından bolca sevgilisi ve arkadaşı olan Helena müzikten ve sanattan esinlenerek gayet başarılı kombinasyonlar yapıyor. Ona vintage da bohem hippi havalı karmakarışık giysiler de çok yakışıyor. Şu sıralar stilini biraz sadeleştiren Christensen, ünlü avangard Nylon dergisinin fotoğrafçılarından. Bir başka marifeti de New York’ta "Butik" adlı bir ikinci el dükkanının ortağı olması. Entelektüel merakları Christensen’ın modaya bakışını alternatif bir noktaya götürmüş desek, yeridir. Bu arada kendisi -eskisi kadar olmasa da- modelliğe devam etmektedir.
MODA AJANS
Herkes için tasarım
Atılımdan atılıma koşan Boyner’den hayırlı bir yenilik daha: ’Designer’s Corner’. Ankara Panora ve İstanbul İstinyePark’taki Boyner’lerde memleketimizin tasarımcılarına ayrılmış reyonlar var. Bu reyonlarda Gamze Saraçoğlu, Simay Bülbül, Aida Pekin, Deniz Kaprol, Ebru Günay, İdil Tarzi, Mehtap Elaidi, Arzu Kaprol, Bahar Korçan ve Sertaç Delibaş gibi isimlerin yarattıklarını bulmak mümkün. Fiyatlar makuldan bir tık yukarıda olsa da tasarımcı kalitesinden taviz verilmemiş.
Galata kuledibi yeniden
Yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz afili kol düğmelerinin adı "Space İnvaders" ve takı tasarımcısı Aida Pekin’in imzasını taşıyor. Sadece Pekin’in değil, neredeyse yetmişten fazla sanatçı ve tasarımcının şaşırtıcı işleriyle tanışmak istiyorsanız istikamet bir kez daha Galata. "1. Galata Tasarım Festivali"nde yemek tasarımından kağıt sanatına, çikolatadan takı tasarımına kadar yok yok. Tarihi unutmayın; 4-8 Haziran.
Oku bakalım ’C’, oku bakalım ’A’
Ana haber bülteninde acayip bir haber vardı; muhabirimiz muhtelif havuzlara gitmiş ve taşlı bikinilerle normal bikiniyi karşılaştırıyor, mahallemizin güzel kızları da karınlarını içeri çekerek poz veriyor. Mesela şuymuş, bikinilerin üstündeki parlak kristaller (halk arasında savarovski) fiyatı üç katına çıkarıyormuş. Halbuki C&A mağazalarında çeşit çeşit bikiniler neredeyse semt pazarı fiyatına satılıyor, merak etmeyin parlakları ve taşlıları da var.
ALIŞVERİŞ MEKANLARI
Parthnership/Bryant Park Restoration Corp
Hediyelik eşya almak istiyorsanız doğru yere geldiniz.
Adres: 500 5th Avenue Suit : 1120
Tel: ( 212 ) 719-3434
Business Improvement District-Diamond District
Mücevher meraklıları için bir cennet.
Adres: 580 5th Avenue Oda : 323
Tel: ( 212 ) 302-5739
Aaron's
Moda eşyaları indirimli fiyatlarda alabilirsiniz. Her şeyi bulabileceğiniz bir yer.Manhattan'dan sadece 30 dakika uzakta.
Adres: 627 5th Avenue
Tel: ( 718 ) 768-5400 veya ( 888 ) 768-5400
World Financial Center
Mekan olarak güzel. 45 civarında dükkan ve restoranlar var.
Adres: 200 Liberty Caddesi
Tel: th( 212 ) 945-2600
Zitomer
Kozmetik ürünleri, mücevherler, elektronik eşyalar, hediyelik eşyalar kısacası her şey burada.
Adres: 969 Madison Avenue
Tel: ( 212 ) 737-5560
Bu şehir hiç uyumazmış...
OTELLER & PANSİYONLAR
CHEALSEA OTEL : Mimari açıdan dikkate değer.Birçok ünlüyü barındırmış
( Bob Dylan'dan Sid Vicious'a kadar ).
Fiyat : minumum 130$
Adres : 222W 23.Cadde
Tel : ( 212 ) 243-3700
ALGONQUIN : Lüks bir otel.
Fiyat: 160 $-250 $ arası
Adres : 59W 44.Cadde
Tel : ( 212 ) 840-6800
THE PLAZA : Çok lüks bir otel. Otel paranızı başkası ödemiyorsa burada kalmayın.
Fiyat : 250$
Adres : 768 5th Avenue
Tel : ( 212 ) 759-3000
LARCHMONT : Düşük bütçeliler için ideal bir otel. Küçük ama iyi.
Fiyat : 80 $-100 $ arası
Adres : 27W 11.Cadde
Tel : ( 212 ) 989-9333
GERSHWIN HOTEL : Hem otel hem de pansiyon gibi. Genç yolcular için ideal.
Fiyat : 22$'a oda bulunabilir.
Adres : 7 E 27.Cadde
Tel : ( 212 ) 545-8000
2 Nisan 2010 Cuma
Taciz ve Tecavüze Son İnsiyatifi

Dünya üzerinde anlatılmayan ve gerçekleştiği ne kurban ne suçlu ne de toplum tarafından kabul edilmeyen ve görmezden gelinen bir suç var; tecavüz. Bu çok sık gerçekleşmediği sanılan ya da aslında öyle olduğu düşünülmek istenen suç aslında ne yazık ki hepimizin hayatında öyle ya da böyle yer almakta. Her 6 dakikada bir kişi tecavüze uğruyor. Her 4 kadından 1 tanesi hayatı boyunca en az bir defa tecavüze ya da cinsel istismara maruz kalmaktadır. Bu sadece mağduru etkileyen bir olay değildir. Mağdurun ilişkide olduğu herkes böyle bir olaydan etkilenmektedir. Hatta tecavüze uğrasın uğramasın bütün kadınlar etkilenmektedir. Tecavüze uğramak neredeyse bütün kadınların en büyük korkusudur. Ve bu korku davranış ve yaşam pratiklerine şekil vermektedir. Yani tecavüz görevini layığı ile yerine getirmektedir. Çünkü tecavüz bir insana haddini bildirmek, ayağını denk almasını sağlamak için ya da tamamen kontrol altında tutulmasını sağlamak amaçlı yapılmış çok açık bir uyarı ya da haddini fazlasıyla aşmış bir insana bunu tekrarlamaması amaçlı verilen bir cezadır. Bu cezaya layık görülmek için kadın olmak, eşcinsel olmak, çocuk olmak, devrimci olmak, bekâr olmak, kocanla ya da sevgilinle seks yapmayı istememek, mini etek giymek, işveli gülmek ya da âşık olmak yeterlidir. Tecavüz kadını kadın olduğu için yok saymaktır. Bir yok etme eylemidir. Ama asla cinsel bir eylem değildir. Cinselliğin silah olarak kullanıldığı bir şiddet suçudur.
Tecavüz sadece kadınların başına gelmez, her yaş, her sosyal statüden, her cinsel kimlikte insanın başına gelir. Her 6 erkekten 1 tanesi 18 yaşından önce cinsel tacize maruz kalmaktadır. Tecavüzcülerin %99'u erkektir. Erkekler tecavüz eder çünkü tecavüz karşısındaki kişiye nefretini kusmasını ve insanları kontrol altında tutacak gücü olduğunu ifade eder. Tecavüzcüler cinsel olarak uyarılıp kendine hâkim olamamış günahkârlar değillerdir ya da akıl hastası, sokaklarda karanlık köşe başlarında bekleyen aylaklar değildir. Tecavüzcülerin %30'u evlidir. Ve düzenli bir cinsel yaşantıya sahiptir. Ve hemen hemen tamamı toplum içerisinde saygın bir yere sahip. Meslek sahibi insanlardır. Polistir, askerdir, doktordur, öğretmendir, mühendistir, devlet görevlisidir, iş adamıdır v.b. Yani aslında tanıdığımız biridir. Tecavüze uğrayan her 5 kadından 4 tanesi saldırganı tanımaktadır. Tecavüzlerin %50'si planlıdır. Tecavüz olaylarının %33’ü mağdurun evinde, %50'si bir meskende gerçekleşmektedir. Yani insanlar tanıdığı, güvendiği, dost olup sevdiği, âşık olduğu ve evine aldığı kişilerin tecavüzüne uğrar. İşte bu yüzden bunu asla kabullenemez. Kendisinin bu eyleme sebep olduğunu düşünür. Kendisini suçlar, utanır. İnsanların ona inanmayacağını düşünür. Bu yüzden gizler. Susar. Aynı benim gibi. Yani bizim gibi
Tecavüzcülerin hemen hemen tamamı bunu bir kere yapmaz. Yani bildirilmeyen her tecavüz, cezalandırılmayan her tecavüzcü, yeni tecavüz olaylarının yaşanmasına izin verecektir. Dahası tecavüz yaşandığı zamanda kalmaz, mağdurun bütün ömrü boyunca yaşayacağı büyük bir yıkım yaratır. Tecavüz kurbanda travmaya sebep olur. Bu travmanın ardından ilk bir ay boyunca akut stres bozukluğu, bir aydan uzun zamanlarda ise travma sonrası stres bozukluğuna sebep olur. Daha uzun sürede ise depresif etkiler, kendine zarar verme eğilimi, madde bağımlılığı, agresif davranışlar, algılama bozuklukları, anksiyete, kişilik bozuklukları, insanlara güvensizlik, ürkeklik, cinsel bozukluklar ve strese bağlı fiziksel rahatsızlıklar yaşar. Unutmuş gibi yapmak, susmak ya da kaçmak tecavüzün bütün bu etkilerini yok etmez. Dahası derinleştirir. Ömür boyu etkisi yaşanacak bu büyük incitilmişlik ile yaşamak ancak yaraların daha da derinleşmesine sebep olur. Hiç kimse tecavüze uğramayı istemez ve hiç kimse tecavüze uğramayı hak etmez. Sen de, ben de.
Unutma bedenimiz bize ait. Yaşadığın acıyı biz biliyoruz Başkalarının düşüncelerinden korkararak yaşamak bize acı vermekten başka bir işe yaramaz. Biz kötü olan hiçbir şey yapmadık, dahası bize yapılan iğrençlikleri kabullenmek zorunda değiliz. Çünkü biz insan olduğumuz için değerliyiz. Bu bir insanlık ayıbıdır ve artık insanlar bununla yüzleşmeli. Tecavüzcüler ne pişmanlar ne de pişman olacaklar, hatta buna devem edecekler. Cezalandırılmaları gerekli. Fakat biz susarsak bu asla olmaz, hatta daha fazla kişinin incitilmesine izin vermiş oluruz. Ve bu vahşet asla bitmez. Gel bizi anlayan, benzer acıları yaşamış insanlarla tanışalım. Beraber mücadele edelim. Senin için, benim için, insan olarak varlığımız için, başka insanlar tecavüze uğramasın diye. Bugün kaybetsek bile emin ol yarın kazanacağız. Yeter ki susma, susmyalım. Yeter ki korkma, korkmayalım.
İletişim için: tacizvetecavuzudurdur@yahoogroups.com
NOTLAR:
Bu grup bir dayanışma gurubu olarak beraber politika üreteceğimiz herkesle iletişim kurmak amaçlı kullanılmaktadır. Güvenliğniz için varsa dava detaylarını ve olay detaylarını grupla paylaşmayınız. Paylaşmak istediğiniz kişiler varsa o kişilerin özel mail adreslerinden paylaşınız.
İletişim ağının güvenliğini sağlamak için tecavüze uğrayan kadınların oluşturduğu gruba yüzyüze görüşmelerden sonra üye alınmaktadır.
"Taciz ve tecavüze son inisiyatifi" Amargi ile koordineli çalışan bir inisiyatiftir.
AMARGİ
Con Capitallismo !!!
Şöyle ki ; Kapitalist sistemde düzen proleterya emeğinin sömürülmesine dayanır bu şu demektir proleterya işçinin işverene emeğini belirli bir ücret ' hizmet ' ürün karşılığında satmasıdır ki işçiyi köleden ayıran özellikte budur yani gönüllü olarak karşılıklı bir alım satım vardır ki burda emek metalaştırılmıştır.
Ancak işçi emeğinin tam karşılığını alamaz çünkü o zaman işveren kar edemez işte o yüzden emeğin ödenmeyen bölümü artık değerdir ve artık değer karı getirir kar sermayenin büyümesine sebeb olur büyüyen sermaye zenginleşmeyi getirir. Buda sınıfsal çatışmanın temelini oluşturur. Devlet burda burjuvazinin emellerine hizmet eder . Çünkü para ' kar ' artık değer kapitalist sistemin üç ayaklarıdır ve devlet bunları kaybetmeyi göze alamaz.İşte temel olarak sorun burdan başlar her nekadar kapitalizm insanın içgüdülerinde varsada çökmeye ve çatışmalara her zaman gebe olan birsistemdir. Globalleşme yani bütünsel sömürgecilik tüm dünyada bu sistemin yaygınlaşmasını arzu eder çünkü kapitalist sistemde zenginliğin sınır yoktur.
Yani borsa oyunu gibi ; siz 5 lira yatırıp 8 lira kazanım sağlarsanız bir yerlerde birisinin 3 lirasını elde etmiştirsiniz demektir.
Kapitalist sistem sadece ekonomik ve sınıfsal bir hegomonyayı değil kolay yönetilebilicek geniş güruhu kontrol etmek için günümüz popülist kültüründen oldukça faydalanır nitekim 1950'lerde Amerika bize ilk televizyonu yolladığında bize iyilik yapmamıştır.
Aksine son 60 yılda gelen tüm jenerasyona Amerikan rüyasını empoze etmiştir şöyle ki her programda büyük villalar lüks otomobiller muhteşem şehirler ve bolca para ile insanlığı kandırmış gerçekleri her zaman gizlemiştir. Ve büyük bir nesli zehirlemiştir.
Bunu geri dönüşü olacak mıdır bilinmez ancak daha çok uzun yıllar bizler bu yalana inanmaya devam edeceğimize eminim nitekim televizyon yalansa bizde yalanız, etkisiz elemanız ki bu tüm kapitalist global güçlerin arzu ettiği bir sonuçtur bunu onlara sağladığınız için teşekkürler önceki ve gelecekte ki nesiller...
SOLIDARITY WITH PINAR SELEK
From the Confederación Intersindical Galega, we join to the international campaign in support to the sociologist Pinar Selek led by different Turkish women’s associations.
Pinar Selek is one of the most representative figures of Turkey, feminist, antimilitarist and peace activist, she is being harassed to be taken to court for the third time when she was already acquitted of the same charges twice before. This time, Pinar faces a life imprisonment in Turkey; she was required by the Penal Court number 9. After being accused in 1998 of taking part in a Kurdistan Worker’s Party (PKK) attack in a bazaar in Istanbul, after being tortured and after spent more than two years and a half in imprisonment, finally the court sentenced that the supposed attack was actually a gas explosion. But the public prosecutor appealed, and Selek continues being technically processed.
Pinar Selek was tortured, imprisoned and she continues being accused by the simple fact of devoting her life to fight in favour of peace and against all types of violence in her country. She is a victim of a political plot judiciary that persecutes to those who raise their voice against the system. In spite of everything, she didn’t keep quiet; she took part in numerous conferences, seminars about gender, militarism, violence, ecology, mass media, street children and marginalized groups. She wrote in several newspapers and scientific magazines, she is member of a cooperative; she is the editor and the coordinator of the Feminist Magazine Amargi, and she is also the co-founder of the first feminist bookshop in Turkey.
The organizations that support Pinar Selek must take the baton of her fight, that’s why we call all our membership and all citizenship to spread this campaign, reporting the injustice of our mate’s imprisonment whose life is devoted to defend women and the most disadvantaged people and to work with Kurdish people. Turkish government can’t silence all the voices that shout loud for her absolution and freedom.
Therefore, from the Confederación Intersindical Galega, we declare our solidarity with Pinar Selek and we demand justice for this activist.
AMARGİ
More information in: http://www.pinarselek.com/public/destek.aspx?id=46Yeni Başlayanlar İçin ''DAS KAPİTAL '' ve Türlerin Kökeni
Dünyayı, günümüz reklam sloganlarındaki gibi değil, kelimenin tam anlamıyla; gerçekten değiştiren, yani yepyeni ufuklar açıp, milyonlarca insanı ve hayatını etkileyecek kökten değişiklikler yaratan ya da algıları ve anlayışları değiştiren kitaplar sayılırken, semavi dinlerin kutsal kitapları dışında 3 kitap sayılıyor genellikle: Sigmund Freud’un yazdığı Düşlerin Yorumu, Charles Darwin’in yazdığı Türlerin Kökeni ve en çok etkilemiş olan Karl Marx’ın yazdığı Das Kapital.
Kutsal Kitapları, Freud’u ve Darwin’i okumakta bir beis yoktur da, konu Das Kapital’e gelince bir durulur.
Örneğin ben; ilk cildinde, formüller içinde uzunca bir süre debelendikten sonra kendimden umudu kesip kitabı bir kenara koymuştum. Üstelik Marx; zamanında bunu işçiler için yazmıştı ve ben ekonomi eğitimi almış biriydim. Olay tamamen moral bozucuydu neresinden baksam yani. Sonra oğlum doğduğunda göbek bağını cami ya da üniversite bahçesine gömmeyip, Das Kapital’in 3. cildin son sayfasına koydum. Yani “Eski Başlayanlar”dan biri olarak başladım “Yeni Başlayanlar için Kapital”e. Yeni Başlayanlar için Kapital’i görünce çok heyecanlandım. Gençlik aşkımı, üstelik ikimiz de hiç yaşlanmadan ve o heyecanımızı yitirmeden görmüş gibi oldum.
Kitap Marx’ın hemen hemen tüm kavramlarını açıklıyor. Kullanım değeri ve değişim değeri ile birlikte detaylı bir META tanımı, işçi sınıfının tarihsel olarak ortaya çıkışı, dolayısıyla sınıfların oluşması, kârın oluşması,
Metaya değer katan EMEK ve bu emeğin yine bir değere dönüşerek meta halini alışı, ARTI DEĞER, SERMAYE BİRİKİMİ kavramları; gerek kavramları basitleştirerek gerekse çizimler, karikatürler yardımı ile hem kolay hem de kesinlikle çok eğlenceli bir şekilde anlatılıyor. Sermaye neden bir türlü yerinde durmuyor, Afrika’da ya da Irak’ta Amerikan şirketlerinin, Türkiye’de Japon firmalarının ne işi var? Yabancı sermaye girişi ne demek?
Başpiskoposların bile Marx’a hak verdiği zamanlardan geçiyoruz. Marx yıllar öncesinden bize yol gösteriyor. Kapitalizmin analizi ile nasıl bir dünyada yaşadığımızı çok daha iyi görüyoruz. Savaşlar neden çıkar? Neden bazıları zengin doğar? Finansal krizlere ne sebep olur? Bazı çocuklar neden açlıktan ölür? Neden günde en az 8 saat çalışıyoruz? Neden bazı ülkeler içme suyu bile bulamazken, bazıları refah devleti olarak tanımlanıyor?
Kitabın sonu(!) ile ilgili çok fazla bir şey söylememe gerek yok aslında, katilin uşak falan olmadığını, gerçek suçlunun kim olduğunu zaten hepimiz biliyoruz.
Aşkın '' L '' Hali *

Kaos GL’nin her yıl farklı temalarla düzenlediği “Kadın Kadına Öykü” yarışmasında dereceye giren öykülerin toplandığı Aşkın “L” Hali, Sel Yayıncılıktan çıktı.
Bu kez başınızı çevirmeyin
Eşcinsellik Hastalık İse Neden Günah ???

Uzun süredir yoga kursuna devam eden otuzlu yaşlarındaki kadın nihayet arkadaşlarına üç aylık hamile olduğunu ilan ediyor. Derken bebeğin cinsiyeti konusunda ufak bir muhabbet dönüyor ve “kocakarı” testinden söz ediliyor. “Tam göbek deliğinden tutup aşağıya sarkıtılan zincir eğer halka çizerek dönüyorsa kız, sağa-sola gidip geliyorsa erkektir” diyor biri. Yoganın verdiği rehavetle olsa gerek bir diğeri “eğer hem sağa-sola gidip hem de halka çiziyorsa, eşcinsel olacak bebeğin”. Anne adayı bu espri karşısında yüzünü buruşturup şaşırtıcı bir yanıt veriyor: “Lütfen çocuğum eşcinsel olmasın, Türkiye’de yaşaması çok zor olur!”
Kaos GL’nin kurucularından Ali Erol ve Umut Güner, yaşanan gelişmelerin kendilerini doğruladığı görüşünde. “İlk etapta reaksiyonla karşılaşmıştık. Anarşistleri saymazsak, çoğunlukla sol gruplar da ellerinden gelse, bizi bir kaşık suda boğmak isterlerdi. Ama şimdi bu, tersine döndü.”
AKTUEL /İRFAN AKTAN